Schopenhauer’in Hikmet-i Cedidesi

Künye: Ahmet Mithat Efendi, Schopenhauer’in Hikmet-i Cedidesi, Dergâh Yayınları, Birinci Baskı, Kasım 2016, İstanbul.

***

Fikrimin doğrusunu sorarsan itiraf ederim ki, hikmet denilen şey, yaş deri gibi hangi tarafa çeksen uzanacağı ve o bapta ne kadar söz söylemiş olsan bitip tükenmeyeceği cihetle zaten feylesofinin birçok evhamından hoşlanmadığım halde, sanatım yazıcılık olmak hasebiyle bu yoldaki asarı hoşlanmaya hoşlanmaya okumaya mecbur oluyordum da bir de budala diye tavsif olunan bir Schopenhauer görünce onu okumak bilkülliye beyhude olacağını hükmeylemiştim. (Sayfa 18)

Feylesofi, yani hikmet zihn-i beşerin bir nevi pusulasıdır ki, herhangi mebhas ve meselede olursa olsun insanın peyda edeceği en doğru hüküm, feylesofinin delaletiyle tahakkuk edecektir. Feylesofi en kadim şeylerdendir. Hatta zihn-i beşer ne zaman tefekküre başlamışsa feylesofinin dahi o zaman esası kurulmuş olduğu hükmedilebilir. (Sayfa 23)

Cizvitlerden birisi Hindistan’a gidip Brahmanlardan birisiyle mübahaseye tutuşmuş. Brahman cana kıymamak için et asla yemediğini irad eylermiş. Cizvit bunun muhal olduğunu davaya girişmiş. Brahman şu ikrarı verdiği günden beri, şu kadar sene geçmiş olduğu halde hiçbir cana kıymadığını ve ağzına mevadd-ı hayvaniyeden bir şey girmediğini bir tavr-ı musırrane ile beyan edince Cizvit, “Su dahi içmedin mi?” sualini bi’l-irad Brahman tarafından cevab-ı tasdik aldıktan sonra bir hurdebin (mikroskop) çıkarıp altına bir damla su koymuş ve Brahman’a o suya bakmasını teklif etmiş. Brahman suya bakıp da içinde ne kadar acayip mahlûkat olduğunu görünce su içmek dahi bu zi-ruhları bel’ demek olduğunu anlayarak mağlup olmuş. Bu mucizkarane aleti bir güzelce temaşa etmek için Cizvit’ten isteyerek eline aldıktan sonra kemal-i tehevvürle yere çarptığı gibi parça parça etmiş ve demiş ki: “Allah senin belanı versin ey alet! Beni bunca senedir bağlanmış olduğum iman ve itikadımda tahtie ederek caydırdın. Ömrümün heba olduğunu gösterdin!” (Sayfa 24)

Hele şu zamanlarda gençlerimizden birçoğu hikemiyat-ı cedideye rağbette karanlığa saldırırcasına bir savlet gösteriyorlar ki, kendilerinde matlubumuz olan kudret-i temyiz hâsıl olup da bu hikmetlere rağbetinin dahi ondan sonra husule gelmiş olduğuna emniyet edebilsek mucib-i memnuniyet olabilirse de tahsil programları zaten malumumuz olup hususi mütalaa için yaşlarının ne kadar müsait olabileceği dahi meydanda idiğinden o kudret-i temyizin kendilerinde mevcudiyeti bittabi meşkuk olur. Hal böyle olunca “Filan hakim şu mütalaada imiş” diye gencimizin o mütalaayı bir akide-i esasiye olmak üzere kabul edivermesi ne büyük tehlike hükmünü alır? (Sayfa 26)

Demek oluyor ki, bir zehr-i hikmet insanı tesmim edecek olursa, yalnız bu âlemdeki hayatını mahvetmiş olmakla kalmıyor, hayat-ı ebedisini dahi mahvetmiş olması mümkün görülüyor. Binaen-ala-zalik, Schopenhauer gibi Avrupaca bir meslek-i cedid-i hikmet reisi addolunan zatın hülasa-i hikemiyatını intikada girişmezden evvel, karilerimizin tenvir-i enzarı için bazı temhidata bir lüzum-ı kati tahakkuk eyliyor. (Sayfa 27)

Kelamından olur malum kişinin kendi miktarı. (Sayfa 28)

Hele kişinin kendi miktarı kelamından malum olmak lazım gelirse, mesela “Açlık, tokluktan hayırlıdır” diyen adamın ehl-i riyazetten olmasını tasavvur edersiniz. Bir de o adamın oburluktan, mide fesadından mustarip olduğunu görünce anlarsınız ki, bu sözü söyleyen kişinin kendi miktarı sözünden anlaşılamamıştır. (Sayfa 29)

“Bu adam kendisinden evvel gelmiş hükemadan hemen hiçbirisini beğenmediği ve kimseye beğendirmediği gibi kendisi diyar-ı ademe tekerlendikten sonra ve hatta ila-gayrü’n-nihaye gelecek hükemayı beğenmek ihtimalini dahi selb etmek derecelerine varmıştır” diyeceğiz. (Sayfa 29)

Kanaatin iyi bir şey olduğunu kim inkâr eder? Fakat kanaatin iyi bir şey olduğunu söyleyen hakim, Flemenk peynirinin içinde yuva yapmış olan fare olursa? Fıkra malum mu? Farenin birisi bir kile Flemenk peynirini delmiş içine girmiş. Arkadaşları çalıp çırpmak için kendisini bir yere gitmeye davet eyledikte, “Arkadaşlar! Ben artık hırsızlıktan vazgeçtim. Bundan sonra kanaatimle yaşayacağım. Şuracıktan bir yere gitmem” demiş. Eğer bu kanaati duvar kovuğundayken göstermiş olsaydı belki bir nokta-i nazara göre doğru yapmış olurdu. Halbuki fare-i hakim cenapları, fare nev’inin hasreti olmaya lâyık bir kile peynir içindedir! (Sayfa 34)

İmdi hikmet “her şeyin, her hükmün doğrusu” ise hakim dahi her şeyin doğrusunu yapan adam olmak zaruridir. Kavli fiiline uymayan adam kendi kendisini tekzip etmiş olarak kazip ise “hakim” değil, “şahit” bile olamaz. (Sayfa 36)

Bundan maada kendisi o kadar meraklı, müvesvis, korkak, hiddetli bir adamdı ki, mesela kendisine bir mektup gelse mutlaka bir fena havadis vereceği hükmüyle sapsarı kesilir, gece edna bir patırtı olsa uykusundan uyanıp yatağı içinde buz kesilir ve bir saniye sonra birdenbire cürete gelerek tabancalarına sarılır, azıcık hasta olsa öleceğine kanaatle aklı başından gider ve şayet yangın zuhur ederse çabuk kaçabilmek kararıyla daima oturduğu hanelerde birinci katta oturur, kendi usturasından başka bir ustura görecek olsa kendisini boğazlayacakmış kadar ürker ve hangi hotelde bulunsa kadehini kimse kullanmasın diye sofradan beraber kaldırır ve yine kendisi beraber getirir ve akçesinden altın ve gümüş gibi nukud olanları şuraya buraya müteferrik yerlere sakladığı gibi banka biletlerini dahi kitaplarının kağıtları arasına koyarak şayet hırsız bir kısmını çalarsa diğer bir kısmı kendisine kalacağını hesap eder ve hesaplarına kimse vakıf olmasın diye irat ve mesarifini Rumca veyahut Latince yazar. Şimdi bu halde bulunan bir adamı çıldırmış diye dar-ı şifaya mı gönderirsiniz yoksa muallim diye bir feylesofi rahlesine mi oturtursunuz? (Sayfa 40)

Biz düşüneceğiz ki, onların dinsizlikleri yine kendi dinleri aleyhine bir isyandan ibarettir. Hem bu isyanda hakları ve hiç olmazsa mazuriyetleri müsellemdir. (Sayfa 45)

Bir şeyi öyle külliyen ve katiyen kabul etmek de mübalağadır, reddeylemek de! (Sayfa 55)

“Her zaman insan için bir miktar gam, keder veyahut sefalet lazımdır.” (Sayfa 56)

Bizi bazı kere ümit aldatır, bazı kere de ümit olunan şey! (Sayfa 70)

Hikmet eğer her şeyin hakikatini görecek bir gözse insanın hüviyeti dahi o gözler önüne konmuş bir gözlüktür: Eğer bu gözlüğün camı renkli olursa hakim bütün dünyayı o renge boyanmış görerek “İşte dünya mavidir. Hem de masmavidir” diye ne kadar haykırsa gözündeki gözlüğü o renkte olmayan sair erbab-ı hikmet onu tekzibe müsaraat ederek reddolunduğundan dolayı eğer biçare hakim kızacak olursa bu halde hiddetine karşı cihan kahkahalarla güler. (Sayfa 73)

Din denilen şey en vasi bir şehrah-ı hikmettir ki, öyle Schopenhauerizm, filanizm, fistanizm gibi yalnız güzergâhını tayin etmiş olanların birkaç defacık gelip geçtikleri patikalara benzemez. (Sayfa 78)

Hak denilen şeyin asla öbür türlüsü tasavvur olunamayacağından, hak olan şey insana bahşedeceği kanaat-ı kâmile ile hakkaniyetini ispat eyler. (Sayfa 79)

Hangimiz kaç yaşımızdaysak o kadar seneden veyahut rahm-i madere sukutumuzdan evvel biz bu âlemde yoktuk. Şimdi varız. Son nefesimizi verdiğimiz saatten itibaren bu âlemden yine yok olacağız. Muhakkakat-ı maddiyeden olan şu hali göz önüne getirince bizim bu âlemde bir yerden diğer yere gider bir yolcu olduğumuz tahakkuk eyler. (Sayfa 83)

 

Edebifikir

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir