Künye: Sanat ve Felsefe, Dücane Cündioğlu, Kapı Yayınları, 2014, İstanbul.
***
Tahayyül, bir başka deyişle abartı, sanatın en temel ilkesi. Bireysel özgürlüğün teminatı. İnsan olmanın sınırlarını genişleten yegâne güç. (Sayfa3)
Sanat tekkede tezahür eder. Ara sokaklarda. Kaldırım kenarlarında. Abes olanın, muğlak ve meçhul olanın sinesinde. Tahayyülün zirvesinde. (Sayfa6)
Simge gösterdiği kadar da saklar. Perdeler. Temsil eder. Bu nedenle, hakikat, afişe edilen değil, her daim temsil edilendir. Hep bir adım ötede olandır. Ele geçirilmesi, avuçlanması olanaksız olandır. Sanat hakikate sadece işaret eder. Hürmetinden. Onu ele geçirmeyi değil, yanına yaklaşmayı ister. (Sayfa12)
Abartı karşılığında eskiden mübalağa sözcüğü kullanılırdı. Mübalağanın kökünde er(dir)mek, ulaş(tır)mak mânâsı vardır. Siz sözcüklerin sustuğuna bakmayın, abartmanın da öyle. Apar(t)mak sözcüğüyle akraba olduğundan niçin kuşkulanalım? A-parmak en son tahlilde alıp parmak, yani alıp götürmek demektir. Alıp kaçırmak. Uçurmak. Nitekim parmak/barmak sözcüğünün aslı varmaktır. (Sayfa48)
XIX. yüzyıla gelindiğinde artık mutlak’ın yerini izafet, kemalin yerini zeval, tekemmülün yerini tekâmül, sükûn’un yerini ise hareket alacaktır. Hız kavramı ortaya çıkmıştır. (Sayfa54)
Van Gogh Hapishane Avlusu‘nu küçük bazı değişikliklerle, Gustave Doré‘nin 1872 tarihli bir gravüründen hareketle yapmıştı. Yani onu sınırlayan duvarlar dışarıda değil, içindeydi. Kasvet. Keder. Elem. Hüzün. Kendi hapishanesini çizmişti aslında. Otuz yedi yıllık ten hapishanesini. Tende mahpus kalmış bir canın sıkıntılarını yaşıyordu. Kendi gölgesinin dışına sıçrayamamanın ızdırabını. Taştan duvarlar değil, etten duvarlar arasındaydı. Ten kafesinin parmaklıklarını kendi elleriyle kesip can kuşunu uçurmayı başarmıştı sonunda. Kendisine bahşedilen cinnet nimetiyle özgürlüğüne kavuşmuştu. Ölmüştü. (Sayfa65)
Ten duvarlarını yıkmak için yılların geçmesi gerekmez, ölmek yeterli. Van Gogh gibi değil ama, Şems gibi. (Sayfa 66)
Erkek veya kadın fark etmez, insan, hakikatte, yüzünden ibarettir. Yüz (çehre) kelimesi birçok dilde, aynı zamanda ya kişiliğin bütünü (zat) hakkında kullanılır, ya da kişinin ahlakı hakkında. Yüz bütün bedeni, göz yüzü temsil eder. (Sayfa96)
İtimad-ı nefs. Kısaca, insanın kendine güvenip dayanması demek. Anlamı da olumsuz. Çünkü bir zamanlar, adına nefs de denilen kendilik’in gerçekte pek öyle güvenilecek dayanılacak bir şey olmadığına inanılırdı. İtimad-ı nefs’in bugünkü karşılığı ise özgüven. Ne garip değil mi, anlamı da olumlu, varlığı da. (Sayfa 105)
Geleneğe göre her şair aynı zamanda mecnundu, çünkü tecennün etmiş, yani cinlenmiş sayılırdı. Cin yerine, Farsça peri kelimesi de kullanılır ve onların da şairlere ilham verdiklerine inanılırdı. Bu arada Grekçe müzik kelimesinin de anlamını ‘müz’lerin yani perilerin ilhamından aldığı unutulmamalı. Keza müze kelimesi de bir tür perili köşk olup cinler konağı demektir. (Sayfa 111-112)
Sanatçının baktığına bakmak yetmez, onda gördüğünü görmek de gerekir. Hakikat kendisini hep açıklık içinde saklar. Öyle ki en görünür olduğu yerde görünmez hâle gelir. Dolayımı aşmak gerek. Yormak için, yorumlamak için, biraz olsun yorulmak gerek. (Sayfa 114)
Âlimlerimiz güzeli tarif sadedinde cemâl kemâldedir derlerdi, yani eksik olan güzel olmaz, güzel görünmesi için tam olmalı, kâmil olmalı, eksiklik ve kusurdan uzak bulunmalı. Eksikten nakıstan güzel olmaz. Bu nedenle kendilerini bütün halinde algılamayı beceremediğimiz cüzleri güzel bulmayız. Tamamlanmalarını kemale ulaşmalarını isteriz. Bir Hak dostuna, biz bu dünyaya niçin gönderildik, diye sorulduğunda şöyle cevap vermiş: Kemâli bulmak, cemâli görmek için! (Sayfa 117)
Görmek için tek kişi yeter, dinlemek içinse en az iki kişi gerekir. Görmek yalnızlaştırır, dinlemekse, tam aksine, çoğaltır. Bu yüzden karşılıklı konmayı sever bizim insanımız. Konuşmayı. (Sayfa 145)
Sami bilincinin hafızasında görsellik, her şeyden önce dolayımsızlık demektir. Dolayımsızlık, yani eşyayla/dünyayla doğrudan doğruya temas! Avuçlamak! Gerek Yahudi, gerekse Müslüman bilinci görsellikte hep bir teşhir yönü görmüş, bu yüzden de hakikati bilme ve anlama sürecinde dolayımı tercih etmiştir. Kulağı yani. İşitselliği. Görerek bilmek yerine, duyarak bilmeyi. (Sayfa 152)
Mevsimlere göre biteviye yer değiştiren zaman-merkezli topluluklarda şiir ve müziğin, bulundukları yerden kıpırdamayan mekân-merkezli (yerleşik) toplumlarda ise plastik sanatların gelişmesi kaçınılmazdı. (Sayfa 154)
Müslüman bilincin şiir yeteneği tartışılabilir mi? Doğulu bilincin şiiriyeti? Asla! Kibir iması olmadan söylenirse, şiirin yurdu, doğu topraklarıdır. Bütünüyle Şark!
Dinci veya dinsiz, bu ülkenin bütün haylaz çocukları şiiriyet ehlidir. Görselliğe değil, işitselliğe yatkın tabiatları vardır. Gizeme, sırra, esrara. Sanatçısı pek yoktur bu yüzden, ama şairi vardır. Edebiyatçısı. Hikâyecisi. Kıssacısı. (Sayfa 155)
Sinema, edebiyat ile sanatı en yüksek düzeyde birleştirebildiği ölçüde bir sanat hâline gelebildi. Yani görsellik ile işitselliği. Bu yüzden gerçek anlamıyla en modern sanattır sinema. (Sayfa 157)
Kupkuru bir ruhla yorum yapılamaz. Dinî hassasiyet yok, duygusal incelikler yok, felsefî vukûfiyet eksik, sanatçının ve sanat eserinin çıktığı ortama nüfûz yok. Böyle devrin iktisadından, siyasetinden, biliminden habersiz bir biçimde yorum sezgisi gelişmez. (Sayfa 168)
Mevlana‘yı anlamak için Farsça bilmen yetmez, önce adam olman gerek. (Sayfa 171)