Risaletü’n-Nushiyye: Aklın Rehberliğinde İyilikle Kötülüğün Savaşı

Denize değin ırmak idi adın
Ko ondan ötesin denize daldın
 

Yunus Emre’nin 1307 yılında kaleme aldığı Risaletü’n-Nushiyye adlı eseri, Anadolu sahasında yazılan ilk mesnevidir. Aruz vezniyle kaleme alınan bu mesnevi bazı eski nüsha Yunus Divanlarının başında yer almakta fakat her nüshada ciddi farklılıklar görünmektedir. Mustafa Tatcı beş nüshayı esas alarak 600 beyitlik bir Risaletü’n-Nushiyye metni ortaya koymuştur. Genelde Yunus’un Risalesi ile Divanı mukayese edilir ve Risalenin şiiriyet bakımından düşük olduğu söylenir. Bu yargı Risalenin ihmal edilmesine sebep olmuştur. Şu bilinmelidir ki Yunus’un Divanı gönlünü aksettirir, Risalesi ise aklını. Divanında daha ziyade coşkun, cezbeli bir derviş olarak karşımızda duran Yunus, Risalede mürşid ve mütefekkir bir şahsiyet olarak karşımızdadır. Dolayısıyla Risale, çok da aşina olmadığımız bir Yunus ile bizi karşılaştıran, onun portresini zenginleştiren mühim bir eserdir.

Âşık Paşa Garibnâme’sini kaleme alırken Risaletü’n-Nushiyye’den istifade etmiştir. Şu beyitler Risale’nin Garibnâme’ye tesir ettiğini gösterir:

“Ne denli kuvvetli olursa pınar / Eremez denize ol yere siner / Akıp su alçağa suya katılır / Su suya erdi denize yetilir” (Risaletü’n-Nushiyye)

“Ne kadar güçlü olursa bir pınar / Denize yol iltemez yere siner … / Çünkü erer karışır ırmak ile / Hiç gümansız yolun ilter menzile” (Garibnâme)

Risale başka hangi eserlere tesir etmiştir, bilemiyoruz. Çünkü bugüne kadar bu eser üzerine ciddi çalışmalar yapılmamıştır. Bir istisna olarak Dursun Ali Tökel Hocanın “Yunus Emre’de Bir Ombudsman Olarak Akıl” başlıklı makalesini zikredebiliriz.

Risaletü’n-Nushiyye’nin Muhtevası

Risale Hz. Âdem’in yaratılışının dört unsur (toprak, su, yel, od) üzerinden anlatıldığı kısa bir manzum parça ile başlar. Buna göre insanın bünyesine toprak ve su ile birlikte iyi hasletler, yel ve od ile birlikte kötü hasletler dâhil olmuştur. Bir de can (ruh) ile birlikte gelen iyi hasletler vardır. Bu bölümden sonra kısa bir mensur metin bulunmaktadır. Burada aklın ve imanın tarifi yapılır. Buna göre akıl üç türlüdür: Dünya tertiplerini bildiren (akl-ı ma’âş), ahiret ahvalini bildiren (akl-ı ma’âd), Allah’ın marifetini bildiren (akl-ı küllî). İman da üç türlüdür: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakke’l-yakîn. İlme’l-yakîn iman akılda, ayne’l-yakîn iman gönülde, hakke’l-yakîn iman canda (ruhta) yerlidir. Cennet padişahın, yani Allah Teâlâ’nın fazlının, cehennem adlinin birer tecellisidir.

Bundan sonra Yunus temsilî bir anlatıma başvurur. Toprak Hakk’ın nurunu, su hayatını, yel heybetini, od hışmını temsil eder. Toprak ve su ehline tâbî on üç binbaşı vardır. Yel ve od ehline tâbî dokuz binbaşı vardır. Bir de can ehline tâbî dört binbaşı vardır. Toprak ve su ehlinin yeri Uçmaktır, yel ve od ehlinin yeri Tamu. Can ehli ise didârı, yani Allah’ın cemalini görecek zümredir. Kişi, hangi bölüğün sözünü dinlerse o bölüktendir. Risalenin geri kalanı bu mensur parçanın şerhi gibidir.

Risalenin girişten sonraki asıl kısmı tıpkı Mesnevi-i Şerif gibi “dinle” hitabıyla başlar. Bu bölümde insana hâkim olmak isteyen iki sultanın bulunduğu, birinin Rahmanî diğerinin Şeytanî olduğu belirtilir. Rahmanî sultana tâbî on üç bin leşker, Şeytanî sultana tâbî dokuz bin leşker vardır. Rahmanî sultanın destekçisi akıldır, bu yüzden övülür:

“Akıl adl ıssı bir aziz kişidir / Mededsiz kalana, meded işidir / Seni türlü beladan kurtara akl / Saadet ola sana cümle ay yıl.”

Şeytanî sultanın destekçisi olan nefs ise yerilir. Aslında eserde ruh ile nefsin gönül mülkünü ele geçirme mücadelesi anlatılmakta, cihad-ı ekberin, yani büyük cihadın nasıl yapılacağı öğretilmektedir. İnsanın kalbini tama’, kibir, buşu, buhl, haset, gıybet ve bühtan gibi kötü hasletlerden nasıl tasfiye edeceği gösterilmektedir.

Kötülüğü Yenmenin Yolları

Yunus’a göre tama’, yani açgözlülük, nefsin “ulu oğlu”dur. Bu açgözlü oğlan öğüt işitmez, dünyayı çok sever çünkü dünyaya iman etmiştir. Sevgi ile iman arasında kurduğu bu münasebet Yunus’a şu beyitleri söyletir:

“Neyi sever isen imanın odur / Nice sevmeyesin sultanın odur / Sevgindir bil seni senden ileten / Ne sever isen o tarafa yeden.”

Açgözlülükten kurtulmak için aklın yardımına başvurulur; akıl hemen kanaat ve fakrın askerlerini çağırır. Bunlar açgözlülüğü mağlup ederler. Kanaat tahta oturur. Kanaatin hüküm sürdüğü yerde rahat ve nimet eksik olmaz: “Kamu şehr ü kamu il rahat oldu / Nereye vardıysa pür-nimet oldu.”

Daha sonra kibir konusu işlenir. Kibir dağa benzetilir. Kibirli kişi, “Özünden özge kimseyi beğenmez / Yüce yerde durur aşağı inmez” bir kişidir. Kanaatin tahtında kalabilmesi için kibrin alt edilmesi gerekir. Aksi hâlde kibir kişiye imanını kaybettirebilir. Bu yüzden kibirle savaşılmalıdır. Yine hemen aklın yardımına başvurulur: “Yürü imdi meded iste akıldan / Esir olmuş kişisin bunca yıldan.” Kibrin devası tevazudur. Tevazu, Yunus’un lisanında alçaklık kelimesiyle karşılanır. Burada dağ ile alçaklık arasındaki zıtlık nedeniyle tezat sanatından istifade edilir. Kibir, alçaklığı görür görmez kaçar, dağ bir anda kış kesiliverir. Alçaklık ise akar, önce pınar, sonra ırmak olur ve denize varır. Alçaklık ile kanaat hoş geçimli iki dosttur ve gönül mülkünü mamur edeceklerdir: “Çü mamur oldu şehr ile vilayet / Şâd oldu dostumuz, düşmanımız mat.”

Sırada en çetin düşmanlardan biri olan buşu, yani öfke vardır. Buşu çok tehlikeli bir düşmandır:

“Buşu derler bana benim bahadır / Düzenlik bozmaya her yerde hazır / İşitenler kaçar benim sözümden / Ki ben de korkaram kendi özümden.”

Buşu, imanı yakıp kavuran, canı perişan kılan bir düşman olarak uzun uzadıya anlatılır. Fitnesinden emin olmak mümkün değildir, bir anda ortaya çıkabilir. Buşuyu dizginlemek yine aklın işidir. Akıl hemen sabrı yardıma çağırır. Sabır, İbrahim Ethem gibi çıkagelir ve buşunun ne izi ne de tozu kalır. Bu kısımda Yunus sabrın üzerinde bir hayli durur, sabrı canının gıdası olarak niteler ve şöyle över:

“Şunun kim dünyada sabr ola yârı / Safa ve zevk olur her lahza kârı / Yunus sabrla olur işin müyesser / Bulursun sabr ile bir mülk-i diğer.”

Sıradaki düşmanlar buhl ile hased, yani cimrilik ve kıskançlıktır. Bu iki hasletin bir arada zikredilmesinin sebebi ikisinin de “vermek” ile ilgili olmasıdır. Kendine ait bir şeyi başkasına vermekten kaçınmak cimriliktir. Başkasına verilmiş olan bir şeyi çekememek ise kıskançlıktır. Yunus Emre buhl kelimesini divanında da çok kullanır, en fazla tenkit ettiği kişiler bâhiller, yani cimrilerdir. Risale’de bahilin durumu şöyle gözler önüne serilir:

“Diyem sana bahilin neyidüğün / Sakınır kendinden kendi yediğin / Kazancın kendinin kendiye vermez / Eli bağlı durur yemeye ermez.”

Hased eden ise Hakk’ın takdirine ve nasibine razı olmayandır. “Neyi neye gerek o bilse gerek / O Kadir’dir verir kime ne gerek.”  Bu ikisinin üstesinden gelmek için hemen yine akla müracaat edilir. Akıl, sahaveti yardıma çağırır, peşisıra terk de gelir. Sahavet ve terk gelince buhl ile hased gider. Sahavet cömertlik ve ihsan demektir. Terk dünyadan geçmek anlamındadır. Mülk Allah Teâlâ’nın olduğuna göre cömertlik eden aslında kendine eder. Kişi dünya ve içindekilerden geçip kendine bakmalı; başkalarıyla meşgul olmamalıdır: “Seninle sen tanış, gör nerdesin sen / Senin devletine bahanesin sen.”  

Diğer düşmanlar ise gıybet ve bühtandır. İkisi de dil ile ilgili olduğundan bir arada işlenmiştir fakat bühtan üzerinde ayrıca durulmamıştır. Belki de eserin bühtan ile ilgili kısmı henüz tespit edilememiş olabilir. Gıybet ağızdaki hayız kanına benzetilir ve gıybet edenin rahmet bulamayacağı belirtilir. Gıybete neden olan kişinin gözüne ve sözüne sahip olamamasıdır. Gözden kasıt suret gözü değil, can gözü, yani basirettir. Suret gözüyle bakan kusur görür, dillendirir, gıybete bulaşır. Özünü gözleyen kimseye bakmaz. Basiret insana evvela kendi kusurlarını gösterir, sonra Hakk’ın nurunu: “Saadet olsa Hakk verse basiret / Göreydin ne kılar sana bu gıybet.” Söze gelince; kişi evvela sözünü kendine söylemelidir. Zaten kendi kusurlarını gören başkasına söz söylemeye mecal yetiremez. Göz ve söz bir beyitte şöyle bağdaştırılır: “Neye kim bakar isen ol yüzündür / Kime ne sanır isen kendözündür.” Bu nasihatlerden sonra kesin çözüm için yine aklın yardımına başvurulur; akıl doğruluğu çağırır. Ona ve askerlerine gıybetle savaşmalarını emir buyurur: “Gör imdi doğruluk bir neler eyler / Yıkar gıybet evin külli yer eyler.” Doğruluk yavuz işi iyi eder, onun dirliği ebedidir. Doğruluk gelince göz ve söz de doğrulur. Doğru bakan doğru görür ve doğru söyler.

Görüldüğü gibi Yunus Emre Risalede tezatlardan hareket eder. Açgözlülüğün karşısına kanaati, kibrin karşısına tevazuu, öfkenin karşısına sabrı, cimrilik ve kıskançlığın karşısına sahavet ve terki, gıybet ve bühtanın karşısına doğruluğu koyar. Bunun ötesinde Yunus Emre aslında akıl yoluyla muhatabını kendini bilmeye ve kendini bilenleri bilmeye çağırır ki, bunlar, erenlerdir. Erenler can ehlidir, kötü hasletlerden kurtulmuş kişilerdir, yola onların rehberliğinde çıkılmalıdır. Erenlerin aklı Yunus’un ifadesiyle can ehlinin sahip olduğu akl-ı küllîdir; yani marifet ilmini bildiren akıl. Risale’de ruh, gönül ve aklın tevhidi sağlanmak istenmiştir diyebiliriz. Ruhun gönülde saltanat sürebilmesi için akıl gibi bir vezire ihtiyacı vardır. Ruh ile akıl işbirliği içinde bulunursa gönülde tevhid hâkim olacaktır.

 

Feyyaz Kandemir

 

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • ara bulucu , 29/09/2023

    Dursun Ali Tökel hocaya buradan seslenmek istiyorum. “Ombudsman” başlık seçimi için tek ihtimal miydi gerçekten? Feyyaz Kandemir’e yazısı için teşekkür ediyoruz. Yunus Emre hazretlerine rahmet olsun.

    “yûnus sen âşıkısan ışka muvafıkısan/korkma ulaşıgısan ne olursan olasın”

  • Bilal Can , 29/09/2023

    “Yunus bu sözünü eğri büğrü söyleme” ile sözün hak ve hakikat noktasında nereye temas ettiğini kendi üzerinden tüm insanlığa bir uyarı olarak mimlemiştir. Yazınız Yunus’un daha çok konuşulmasına, daha çok düşünülmesine vesile olur inşallah.

    Teşekkürler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir