Sulhi Ceylan’ın “Özgür Ama Tutsak” isimli çalışması hayata dair bilgelik yüklü edebî metinlerinden oluşuyor. Bu kitaptaki yazılar için arayış yazıları diyebiliriz. Modern hayatın kıskacında kalmış insanın hakikat derdini anlatan yazılar… “Ben”iyle karşılaşmaktan ürküp, kendini ayrıntıya kaptırmış insana bir kalbi olduğunu ve her hâlükârda insanın kendine; yani kalbine dönmesi gerektiğine vurgu yapan yazılar… Şeyh Galib’in ifadesiyle mumdan kayıklarla ateşten denizleri geçmek zorunda olsa da insandan ümidini hiç kesmeyen yazılardan oluşuyor Ceylan’ın kitabı. Adeta aşkın okunmaz kıyılarında dolaşıyorsunuz bu yazıları okurken. “Özgür Ama Tutsak” üç ana bölümde ilerliyor; insanın kimi büyük dertleri, isimler ve kavramlar üzerinden açıklanıyor. Ceylan’a göre hayat, hayatı anlama çabasıdır biraz da. Hiç bitmeyen bir uğraştır. İnsan, aldığı nefesleri değerli kılmak ve bir sonraki nefes için sebep bulmak ister. Bunun için anlama sarılmak ister ve böylece arayış başlar. Arayış ise kişinin kendiyle yüzleşmesidir. Bir gün şehrin merkezinde yürürken caddenin köşesinde kendisiyle burun buruna gelmeyi göze almadır. Kendi acizliğini yine kendinde seyretmesidir kısaca.
Kitaba ismini veren metin, ilginç bir olguya değiniyor. Kuş risaleleri; İmam Gazâlî, İbn Arabî, Ferîdüddin Attâr, Ahmet el-Gazâlî ve İbn Sînâ gibi pek çok büyük âlim ve arif tarafından defalarca yazılmıştır. Genelde hikâyelerde sembolik bir dil kullanılmış ve perdenin arkasına dikkat çekilmiştir. Yüksek manaları ve yüce konuları anlatırken kelimeler kâfi gelmediği için sembole, metafora başvurmak kaçınılmazdır. Bu sayede istenen manalar kelimelere, dolayısıyla cümlelere derç edilmiş ve okurları da mâverâya çağırır hale gelmiştir. Burada özgür olan ancak ten kafesine hapsolan ruhumuzdur. Ve ruhun menzile varması için şüphesiz bir kılavuza ihtiyacı olacaktır. Bu yolculuk tasavvufta ancak sembolik bir anlatımla kavranabilir. Fârâbî, bu konuda şöyle der: “İnsanlar, saf hakikati en iyi şekilde ancak remizler, semboller ve misaller marifetiyle kavrayabilir.”
Sen Hangi Kelebeksin?
Günlerden bir gün Şam ülkesinin padişahı Şem, bahçesine kurdurduğu eğlence meclisine katılır. Şem, meclise gelir gelmez ışığı ile her yanı aydınlatır. Güzelliği ile bakanları büyüler. Aşkın varlığını, varlığı ile kanıtlar. Derken Pervane, Şem’i görür görmez güzelliği karşısında kendinden geçer. Aşk deryasında dalgıç olmaya heves eder ve ne yaptığını bilmez bir halde Şem’in etrafında dönmeye başlar. Döndükçe dönesi gelen Pervane, her bir turunda aşkın ne olduğunu öğrenir. Sulhi Ceylan, bu klasik şark hikâyesini anlattıktan sonra tüm insanları mum alevi önündeki üç kelebeğe benzetiyor. Kelebeklerden birincisi aleve yaklaşır ve “Ben aşkı biliyorum.” der. İkinci kelebek aleve biraz daha yaklaşır; hatta kanatlarında alevi hisseder ve o da “Ben aşkın ateşinin nasıl yaktığını biliyorum.” der. Üçüncü kelebek ise ateşe iyice yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır… Kendini ateşe atmadıkça sevdanın hakikatine eremeyeceğini anlar ve kendini ateşe atar. Ateş üçüncü kelebeği eritir. Unutma ey yolcu! Gerçek aşkı sadece yanan bilir. O halde soruyorum, sen hangi kelebeksin? Burada ateşe meftun (tutsak) olan aynı zamanda kendi “ben”inden vazgeçtiği için özgürdür.
Kendi Hapishanesinin Mahkûmu
Platon’un mağara istiaresi yüzyıllardır tartışılan bir metafordur. Cemil Meriç bu konuyu işlerken; “Sana anlattığım hikâye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: Görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller (idea’lar) âlemine yükselen ruh”tur der. Ceylan, bu benzetmede, mağaradaki insanların duyularını kullanarak, gölgelerin gerçek olduğuna dair hüküm getirdiklerine dikkat çekiyor. Bu yüzden mağara dışındakiler ışıktan da habersizler. Yine yazara göre; mağara aynı zamanda bedeni simgeler. Beden, ruhumuzun zindanıdır. İnsan, bedeninin, yani nefsinin istekleri ile ruhunun, yani kalbinin istekleri arasında sıkışır. Nefis, insanı şehvet ve hırs gibi kötü ahlâka yönelik isteklere sürüklerken kalp ise insanı güzel ahlâka yönlendirir. Savaşın galibi beden ülkesinde kendi hâkimiyetini ilan eder. Beden topraktan yaratıldığı için insanı aşağıya çeker, ruh ise insanı yüce âlemlere yönlendirir. Mağara benzetmesi aynı zamanda bilinçlenmeyi anlatan bir benzetmedir. Bu bilinçlenme sayesinde kişi hakikate ulaşabilmektedir. Karanlık ise en alt bilinç seviyesidir. Gölge, bunun bir üstü. Dışarı çıkıp aydınlık ile tanışma ise üst bilinçtir. Ceylan’ın ifadesiyle kişi, zindanından çıkmadıkça perdeli kalmaya ve gölgeyi hakikat sanmaya mahkûmdur. İnsan, mağarasının duvarlarını ve onu “ben”ine hapseden zincirlerini kırabilir. Unutmamalı ki duvarın arkası aydınlıktır.
Arif Akbaş
2 Yorum