Osmanlı’nın Dili, Prof. Dr. Hayati Develi, Kesit Yayınları, 6. Baskı, Ekim 2013.
***
Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti süresince Türkçe, tarihindeki en yaygın seviyesine ulaşmıştır. İtalyan sözlükçü Giovanni Molino, 1641 tarihli sözlüğünün ön sözünde Osmanlı Devleti’nin dili olan Türkçenin bu devletin sınırları içinde 55 krallık ve beylik, 33 ulus tarafından günlük iletişimde kullanıldığını söyler. (sayfa 9)
Osmanlıların göçebe Türkmen aşiretlerini yerleştirme/iskân çabaları ve çatışmaları İmparatorluk çökünceye kadar sürmüştür.
Bu yerleşik merkez ile göçebe taşra arasındaki mücadele, hayata bakış ve zihniyet fakrı, zamanla “Türk” etnonimine olumsuz ve pejoratif anlamlar yüklenmesine yol açmıştır. “Türk”ün göçebe, köylü, cahil, kaba vs. anlamlar içerdiği çeşitli ibareleri Türk asıllı şair ve yazarların metinlerinde de görebiliriz. Bu anlayışın veya kavrayışın Osmanlıda geliştiğini iddia etmek haksızlık olur. Osmanlı öncesi veya Osmanlı dışı Anadolu’sunda, hatta Doğu Türk coğrafyasında bile benzer bir yaklaşım vardı. Türklerin vahşi ve kaba, dillerinin de dikkate alınmaya değmez bir dil olduğu iddiası, Memlûklüler döneminde Arap kökenli Mısırlı ulema arasında yaygın bir görüştü. Arap asıllı din bilginleri böyle bir halka mensup hanedanın iktidarının meşru olmayacağı ideolojisini alttan alta yayıyorlardı. G. Lancioni’ye göre Memlûklüler döneminde yönetici Türk elitinin patronajında hazırlanan ve Türklerin meziyetlerini, kültür ve medeniyetinin yüksekliğini, dillerinin Arapça ile eş değerde bir dilbilgisi yapısına ve söz varlığına sahip olduğunu göstermeyi amaçlayan çalışmalar da meşruiyeti temellendiren antitezleri ortaya koyuyordu. Demek ki, olumsuz Türk algılamasının kökleri Osmanlıda değildir. (sayfa 15-16)
Şah İsmail ve I. Selim arasındaki Şii-Sünni çekişmesine dayanıyormuş gibi görünen iktidar savaşı, arkasından Celâlî isyanlarının başlaması, Anadolu Türkmenlerinin bir kısmının Osmanlı karşıtı olmasına sebep olmuştur. Yine bilhassa göçebelere karşı yüzyıllar boyu yürütülen iskân politikaları, ekonomik istikrarın bozulduğu dönemlerde mültezimler eliyle yürütülen ağır vergi politikaları Anadolu’da yer yer Osmanlı aidiyetine karşı soğuk tavırlar oluşturmuştur. Şu dörtlükten, bu kesimler arasında Osmanlının ortak bir kimlik olarak değil, yöneten ve “vergi toplayan” sınıf olarak anlaşıldığı açıktır: “Şalvarı şaltak Osmanlı / Avradı kaltak Osmanlı / Ekende yok biçende yok / Yiyende ortak Osmanlı” (sayfa 19-20)
Antalya’nın yirmi mahallesinden dördünde ‘Urum kefesi’ sakindir, ancak bunlar Rumca değil, ‘bâtıl Türk lisanı üzre kelimât ederler’. Alanya’da da aynı durumla karşılaşırız: <Ammâ asla Urum lisânı bilmeyüp bâtıl Türk lisânı bilürler> Evliya Çelebi’nin bahsettiği Rumca bilmeyip bâtıl Türk lisanını konuşan bu halk, literatürde ‘Karamanlı’ denilen halk olmalıdır. Etnik kökenleri ihtilaflı olan Karamanlılar, Türkçe konuşan Ortodokslardı. Metinlerini Grek alfabesiyle yazarlardı. (sayfa 26-27)
Ve nihayet bir kayıt da (Seyahatname’de) Mostar’la ilgilidir. Burada da halk ‘fasih, beliğ ve şairane’ Türkçe konuşmakta, aynı zamanda Latin ve Boşnak dillerini de konuşmaktadırlar. (s: 30)
Voyage de Walsh, 19. yüzyılda Avrupa’da en yaygın dilin Türkçe olduğunu söyler; zira bu geniş coğrafyada birçok halka mensup insan şu veya bu şekilde Türkçe ile karşılaşıyor, bu dili öğrenmek zorunda kalıyordu. Bu aynı zamanda Türkçenin çeşitli halklar arasında iletişimi sağlayan bir geçer dil (lingua franka) olduğunu da gösterir. (sayfa 31)
Lory, Balkanlardaki ikidillilik ve çokdillilik olgusu üzerine şu tespitleri yapmaktadır: Rumeli Türklerinin de yer aldığı bütün kırsal karma nüfus kuşaklarında, egemen ikidillilik Türkçe lehine kuruludur. Bu ikidillilik Kuzey Bulgaristan’da, Osmanlı yönetiminin bitişinden elli yıl kadar sonra, Kowalsky’nin saptadığı gibi hâlâ sürüyordu: “Türk dili bu bölgede öylesine yaygın ki, bu dili elbette ana dillerinin yanı sıra, akıcı bir şekilde konuşmayan Bulgar’a zor rastlanıyordu” (sayfa 33)
Orta ve Önasya’da var olan Türk yazılı kültürünün göçebe Oğuzlar üzerinde içselleştirici bir tesiri olmadığını tahmin etmek mümkündür. Demek istiyoruz ki, Oğuzlar eğer Anadolu’ya gelmeden önce Türkçeye dayanan bir yazılı kültüre sahip olsalardı bunu Anadolu’daki şartlarda bile devam ettirmeleri mümkün olurdu. Hatta buna delil olarak Kaşgarlı Mahmud’un Divanı Lugati’t-Türk’teki Oğuzcayla ilgili tanımlamalarını göstermek de mümkündür. Kaşgarlı eserinde Oğuzların önemini vurguladıktan sonra Oğuzcanın Türk dillerinin ‘en yeğnisi’, yani en hafifi veya kolayı olduğunu söyler. Örneklerin bir çoğuna göre bu hafiflik ve kolaylık ses düşmeleri, gece birleşmeleri yoluyla gerçekleşmiştir ki, konuşma dilinde ses değişmeleri yazı diline göre daha hızlı gerçekleşir. (sayfa 37)
13. yüzyılda Anadolu bir Türk yurdu görünüşü almıştır. 1279’da Doğu Anadolu’dan geçen Marco Polo, Anadolu’yu, “Turkmenia” diye anar. (sayfa 39)
Arapça ve Farsçaya dayanan yönetim ve zihnî üretim geleneğinin değişmesi, Türkçenin kendine bir yer edinebilmesi için büyük bir sosyal kırılma gerekliydi ve bunu da Moğol istilâsı sağladı. (sayfa 39)
13. yüzyıldan sonraki yazılı kaynaklardan tanıdığımız Türkiye Türkçesini bir Oğuz dili olarak adlandırmaktayız. Kendisinden önceki devrelerden ve hemen yanı başındaki yazılı Türk dillerinden ayrılan bu şive bir yazı dili olarak Türkiye’de teşekkül etmiş, gelişmiştir. (sayfa 40)
Osmanlı Türkçesi, Türkiye Türkçesinden başka bir dil olmayıp onun tarihî bir dönemine bugün verdiğimiz isim olduğuna göre Osmanlı Devleti’nin dilini araştırıp öğrenirken de dilin sürekliliği prensibinden ayrılmak doğru olmaz. (sayfa 41-42)
…toplum yazılı kültür seviyesine ulaşınca ortak bir yazı dilinin oluşması kaçınılmazdır. Dil böylece yazıda (ve ortak alanlardaki konuşmada) bir takım standartlara ulaşır. Ağızlardan hangisinin standart dile esas olacağını belirleyen genellikle siyasî, iktisadî, kültürel merkez olma vasıflarıdır. Türkiye Türkçesi için bilhassa İstanbul’un fethinden sonra bu standartlaşma İstanbul’da konuşulan Türkçe çevresinde gelişmiştir. (sayfa 44- 45)
Eski Türkiye Türkçesi veya Eski Anadolu Türkçesi denilen ve 16. yüzyıla kadar getirilen dönemin başlıca özelliklerinden biri dudak uyumunun, yani küçük ünlü uyumunun olmayışıdır: geldüm, virdün, olmışdur, benüm, bizüm, alsunlar vs. örneklerinde görüldüğü gibi. Bu durum 17. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiş, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de küçük ünlü uyumu -aşağı yukarı- bugünkü şeklini almıştır: geldim, verdin, olmuştur, benim, bizim, alsınlar vs. Tabii, bu gelişmelerin hemen yazıya yansımadığı bilinmelidir. 1928’de Arap harfleri kaldırılıncaya kadar verdi yerine virdi yazılışı sürmüştür. (sayfa 45)
Türkçenin yapıbilgisi düzlemindeki doğal değişmeler, yüzyılları birbirine yabancılaştıracak boyutta değildir. Sözdizimi de büyük ölçüde değişmemiş; ancak özel bir tarz kazanarak 14. yüzyılın kısa cümleleri 17. ve 18. yüzyıllarda bitmek bilmeyen cümlelere dönüşmüştür. Bunun yanında Türkçe isim ve sıfat tamlamalarının yanında bilhassa Farsça yapılı tamlamaların 16. yüzyıldan itibaren (metnin muhatabına göre sıklığı değişmekle birlikte) hızla çoğaldığı görülür. Ve nihayet sözvarlığı açısından birçok Türkçe kelime unutularak yerini Arapça veya Farsça kökenlilere terk etmiş, gerekli gereksiz yüzlerce kelime dile dolmuş; hatta Türkçe kelimelerin kullanılması bir tür arkaizm, “üslûb-ı kadim” gibi görülmüştür. (sayfa 48)
İlk dönem yazarlarının eserleri, halk anlasın, kavmimiz anlasın gerekçeleriyle Türkçe, dahası, anlaşılır bir Türkçe ile yazılmıştır. Bu gerekçeler aynı zamanda Anadolu’da Türk dili ile yazılan eserlerin dili ilk yüzyıllarda son derece açık ve anlaşılır iken sonradan nasıl daha zor anlaşılan metinler haline dönüştüğünün de izahını içermektedir. Şöyle ki, İstanbul’un fethinden önce ve hemen sonraki yüzyılda, en azından 16. yüzyılın ilk çeyreğine kadar, Osmanlı’nın hâkimiyeti altındaki nüfus çoğunlukla Türk soylu ve Türk dilli idi. Bu demografik durum “kavmimiz anlasın diye”nin izahıdır. Ancak fetihlerle Osmanlı sınırları kuzeyde Macaristan’ı, güneyde Arabistan ve Afrika’yı, Kafkaslar’ın önemli bir bölümünü, Karadeniz’in kuzeyini de içine alınca demografik durum değişti ve Osmanlı çok milliyetli, çokdilli bir toplum haline dönüştü. Saray ve yakın çevresinin kültürel kimliğinin ve aidiyetinin de “Türk” değil de “Osmanlı” veya “Rumî” olarak ifade edilmesi, “kavmimiz anlasın” gerekçesini gereksiz kıldı; zira devletin birçok yerinde artık, Rumca, Sılavca, Macarca, Arapça halk arasındaki iletişimde birinci dil durumundaydı ve Müslüman olan ama hiç Türkçe bilmeyen halklar az değildi. Türkçe yine de bu halklar arasında ortak bir dil olsa da Osmanlı entelektüeli bu noktadan sonra kendisini Türkçe konuşan halkın anlamasıyla mukayyet hissetmemeye başlamış, kendi üst dilini oluşturmaya çalışmış olmalıdır. (sayfa 56)
16. yüzyılda diplomasi üzerine ünlü bir eser (De Legato, Venedik 1566) kaleme almış olan Ottaviano Maggi’nin “işinin ehli bir büyükelçinin Latince, Yunanca, İspanyolca, Fransızca ve Almanca yanında Türkçe bilmesinin şart” olduğunu söylemiş, bu diller arasında İngilizceyi saymamıştır. (sayfa 57)
Bu dile, dili kullananlar, konuşanlar ve yazanlar, yani Osmanlılar, her zaman ‘lisan-ı Türkî’, yani Türk dili dediler. Dilin adının lisan-ı Osmanî olması, daha çok Tanzimat sonrasında dağılmakta olan imparatorluğu ‘Osmanlı kimliği’ etrafında bütünleştirmek isteyen aydın ve bürokratların icadıdır. (sayfa 57)
Ali el-Amâsî, türlü halkların karakterleri üzerine yaptığı değerlendirmede Türk’ü “şehirli halk” olarak anlıyordu ve yüceltiyordu: “Türk taifesi sâdık ve müşfik ve yavaş taife olur koyun gibi ve birbirine muvafakatı ve ülfeti ve şefkati ve itaati vardur.“ “Cemî’ hayvanatda koyundan menfaatlüsi yokdur ve koyundan yavaş dahi olmaz ve hem ganem ganîmetdür.” (sayfa 58)
İstanbul konuşması, asırlar içinde imparatorluk ortak iletişim dilinin standartlarını belirledi. Bunun dışında kalan biçimleri “kaba” bir köylü konuşması olarak telakki etti. Evliya Çelebi, “lisan-ı etrak-ı nâ-kâbil-i nâ-pâk” olarak nitelendirdiği Gördes ağzı hakkında “Gerçi âbâ ve evdadımızın lisanlarıdır, ammâ bizim cedlerimiz[in] sakin olduğu nef-i Kütahiyye ve Demirci şehrinde bu gûne kelâmlar yokdur.” der. İstanbul çocuğu olan Evliya Çelebi, atalarının diline burun kıvırıyor, onu kaba buluyordu. Bu tavır bir anlamda merkezdeki entelektüelin taşraya bakışını yansıtıyor. Şu gerçeği de ifade edelim: İstanbul’da oluşan Türkçe, Anadolu’daki Türkçeden hayli farklıydı; kelime hazinesi zengin ve söyleyiş bakımından daha ince bir dil. Bu dil de, kendi içerisinden sosyal tabakalaşmalara paralel olarak farklılıklar taşıyordu. Arapça ve Farsçayla ilişkileri hiç kopmayan ulema sınıfı ve bürokrasi (ki edebiyatı ve genel entelektüel hayatı esasen bunlar oluşturuyordu), yüzyıllar içinde özel bir dil kurarak kendi metinlerinin dilini halkın dilinden ayırdılar. (sayfa 58)
Lâkin bir taraftan Arap ve Fars dilleriyle, bilhassa da Farsçayla içten içe bir mücadele vardı; zira aynı rekabet siyasî alanda da sürmekteydi. Osmanlı şairi örnek aldığı Fars şiirini ve dilini geçmeye çalışıyordu. Bir süre sonra bunu başardığına da inandı. (sayfa 60)
Kimi zaman “lisan-ı Türkî” kelimesi Çağatay Türkçesi anlamına geldiği için, Osmanlı entelektüelleri dillerini “lisan-ı Türkî-i Rûm” olarak adlandırmışlardır. (sayfa 60)
Osmanlıca diye ayrı bir ‘dil’ yoktur. Osmanlı aydınının yüzyıllar içerisinde, Oğuzların içine girdikleri kültür ortamının bir zorlaması veya bu kültür ortamının paylaşıldığı diğer dillerle rekabet etme ve bu rekabette yenilmeme arzusu bir yazılı dili / üst değişke yaratılmasına sebep olmuş, konuşma dili veya halk dili ile bu yazı dili / üst değişke arasındaki anlaşılırlık makası gitgide açılmıştır. Osmanlı aydınını bu konuda güdüleyen etkenlerden biri de, İhsan Fazlıoğlu’nun formüle ettiği “hakikate ilişkin nazarî bilgiyi temsil edebilecek ‘yarı-sembolik dil’ seviyesine hızla ulaştırılmak istenmesi arzusu”dur. (sayfa 67-68)
Osmanlı sarayının dili her zaman Türkçe olmuştur; hanedan mensupları ve diğer saray halkı her zaman Türkçe konuşmuştur. (sayfa 72)
Burada I. Abdülhamid ve III. Selim’in birer hattıhümayununu örnek olarak kaydetmek istiyorum. Amca ve yeğen olan bu iki padişahın dillerindeki sadelik, dilin sadeleşmeye başlamasıyla ilgili değildir, söz konusu hattuhümayunlar onların günlük yazışmaları gibidir ve konuşuldukları gibi yazıldıkları bellidir [Sadece III. Selim’in hattıhümayunu alıntılanmıştır]:
“Kaymakam Paşa,
Ben ânı bunı bilmem! Altı aydır iş yürüyor deyü bana yazarsın, şimdi kusur ettiğinize binâen âleme fesâd gelmiş deyü yazıyorsun. Gözünüzü açasız, sonra peşiman olursuz, Anape’ye zahîre ve mühimmat gitsün ve hâl ü haberini elbet isterim. Tedbiri ve imkânı nasılsa edesiz ve Karadeniz’in emniyeti ve düşmanın def’ini ve Anape yollarının açılmasını elbet Kaptan Paşa’dan isterim. Buna devletim on bin kise akçe masraf koydu. Maydanda bir iş yok. Gemilerde asker yok. Düşman geziyor, anlar kaçıyor. İşte son emrimdir. Donanmanın cümlesini ben âna ihâle etmişimdir. Sonra kendi bilür. Ve şu Anape şeylerin vüsûlüne sa’y ü nizâmı sizden isterim. Vakit kalmadı, gözünüzü açasız, sonra peşiman olursunuz.” (sayfa 72-73)