Osmanlı İstanbul’unda Ramazan Kültürü ve Ramazan Sofraları

Künye: Osmanlı İstanbul’unda Ramazan Kültürü ve Ramazan Sofraları, Fadime Aşık, Ketebe Yayınları, Mayıs 2020, İstanbul.

***

“Ramazan-ı Şerîf teşrif ettiğinde Âsitâne-i saâdette hubûbât ve zâhireler bol olur; camilerin içi ve minareler kandillerle donatılır her gece teravih namazı kılınırdı. Camilerde cemaat çoktu. Padişah hazretleri Yeni Cami’de salât-ı terâvih ve farz namazını eda ederdi. Her gece şehirde dükkânlar kandillerle süslenirdi.” “Dükkânların büyük bir kısmı sabaha kadar açık olurdu. Ramazanda İstanbul halkının ihtiyaçlarını rahatça temin etmesi için çarşı ve pazarlarda ucuzluk olurdu.” (s. 18)

Saray yönetimi, halkın bu mübarek ay boyunca ibadetlerini huşu içerisinde yapabilmeleri için gerekli ortamı hazırlamak ve toplumsal düzeni sağlamak maksadıyla birtakım kurallar koyardı. Bu kuralların tümünün yazıldığı belgeye “tenbihnâme” ya da “varaka-i mahsûsalar” denilirdi. (s. 20)

İstanbul’da minarelerde kandil yakmanın ilk defa Sultan II. Selim (1566-1574) döneminde başladığı söylenir. Fakat bu beyana karşı bazı kaynaklar ise minarelerde kandil yakma geleneğinin ilk defa Koca Mustafa Paşa Camii’nde III. Murad (1574-1595) zamanında başlandığını, İstanbul halkı tarafından beğenilen bu uygulamanın zamanla yaygınlaştığını aktarmıştır. (s. 28)

Ramazan ayında camilerin sabaha kadar açık oluşu, insanların ibadetlerini rahatça yapabilmelerine olanak sağlamaktadır. Camilerin namaz kılınan bölümlerinde itikâfa çekilenler için ayrı bir yer düzenlenirdi. Resmi daireler yarım gün çalışırdı. Bu mesai resmi bir tatil olmasa da gayri resmî olarak uygulanırdı. Sabah geç saatte başlayan mesai ikindi vaktinde son bulurdu. (s. 35)

Ramazanda rağbet gören bir diğer esnaf tütüncülerdir. Tiryakiler gün içerisinde tütüncü dükkânlarına gelip akşam için çeşitli tütünlerden satın alırlardı. Dükkân sahipleri de Ramazan için Boğça, Yenice ve Samsun tütünlerini kıyar, bunları kâğıtlara sararak satışa hazır hâle getirirlerdi. Bu tütüncü dükkânlarının içi daima temiz ve düzenli olurdu. Ramazan günlerinde böyle dükkânlar da oturulup dostlarla sohbet emek âdet hâline gelmişti. Örneğin II. Mahmud döneminde Beyazıt’ta bulunan ve Kıbrıslı Mehmet Ağa diye bilinen zatın konağının altında çalıştırılan bir tütüncü dükkânı vardı ki, II. Mahmud bazen buraya gelip oturur, gelen geçeni temaşa ederek tiryaki olduğu belli olan kişilere yanında bulunanlar vasıtası ile şakalar yapar, daha sonra da ona atiyeler verdirirdi. (s. 38)

Hilalin gözlemlenmesi için Şabanın yirmi dokuzuncu gününün akşamı Beyazıt Kulesi ya da Süleymaniye, Fatih, Sultan Selim, Cerrahpaşa gibi camilerin minarelerine din görevlileri gönderilir, eğer hilal görülürse derhal kadıya haber verilirdi. Hilali gözetlemekle görevlendirilen kişiler, hilali gördüklerinde bunu şahitlerle ispatlayabilecek kişilerden seçilirdi. Hilali görenler, “Şu saatte gördüm. Bu gece Ramazanın başlangıcıdır. Şehadet ederim.” diyerek şahadette bulunurlardı. (s. 42)

Diğer bir rivayet ise, Şeyh Küşteri’nin bu oyunu talebelerine dünyanın faniliğine emsal olması amacıyla icat etmesidir. Oyun gereği perdeye yansıyan ışık ile tasvir belirir ve ışık söndüğünde ise her şeyin ortadan kaybolmasını dünya hayatına benzetmiş ve müritlerine ibret olması amacıyla icat edip oynanmıştır. (s. 52)

Karagöz oyununun zamanla caiz olup olmadığı tartışma konusu haline gelmiştir. Tartışmaları Kanuni Sultan Süleyman döneminin Şeyhulislamı olan Ebusuud Efendi “İbret için izlendiği müddetçe bir sakıncası yoktur.” şeklinde verdiği fetva ile sonlandırmıştır. (s. 52)

Ahmed Rasim ‘Muharrir Bu Ya’ isimli eserinde orta oyununun ilk olarak III. Selim zamanında akıl hastanesinde tedavi gören hastalara oynandığını, zamanla halka ve saraya taşındığı, hatta bazı askerî kışlalarda bayram gecelerinde icra edildiğini anlatmıştır. (s. 54)

Arapça “medh” kökünden gelen meddah, sözlükte “metheden, çok öven” anlamına gelir. Osmanlılarda bu terim “kıssahan, şehnamehan” yerine de kullanılmıştır. İslami kaynaklı olduğu belirtilen meddahlığı, ilk defa Hassan b. Sabit’in (ö. 674) Hz. Peygamber’i şiirleriyle överek başlattığı kanaati yaygındır. Evliya Çelebi’ye (ö. 1682) göre ise meddahların piri Hz. Peygamber’i metheden Suheyb-i Rumi’dir. (s. 55)

Teravihten sonra başlayan Ramazan eğlenceleri için en gözde mekân olan Direklerarası’na sadece bu semtte oturanlar değil, İstanbul’un tüm semtlerinden insanlar gelirdi. Gündüzleri sergilerde ve dükkânlarda zaman geçirenler, gece olduğuna başta Şehzadebaşı olmak üzere çeşitli semtlerde düzenlenen eğlencelere katılırlardı. Ancak Ramazan boyunca İstanbul’un en kalabalık semti Şehzadebaşı olmuştur. (s. 59)

Ramazanda birçok dinî faaliyet gerçekleştiren Osmanlı sarayında Hırka-i Saadet ziyaretleri bir gelenek halini almıştır. Hz. Peygamber’e duyulan sevgi, saygı ve hasretin bir göstergesi olarak her yıl Ramazanın on beşinde Hz. Muhammed’e ve ashabına ait eşyaların bulunduğu Topkapı Sarayı’ndaki Kutsal Emanetler Dairesi ziyaretler edilirdi. Bu gelenek zamanla “Hırka-i Saadet Alayı” denilen bir merasime dönüşmüştür. (s. 63)

En görkemli günlerini Ramazan ayında yaşayan Beyazıt Camii’nde caminin içinde manevi bir atmosferin sürmesinin yanında avlusunda da manevi doyum dışında, beşerin maddiyatını okşayacak manzaralar görülüyordu. Çeşitli ürünlerin alıcısıyla buluştuğu bu sergiler dolayısıyla gerek cemaat gerekse cami dışından gelen birçok kişi, hatta gayrimüslimler dahi buralara gelmekte, böylece belirli bir süre de olsa cami ortamında vakit geçirmekteydiler. Yani Ramazan sergileri sayesinde camiler birer çekim merkezi hâlini almıştı. (s. 71)

Ramazan ayında birçok ilmî etkinliğin yanında “Huzur Dersleri” ismiyle anılan tefsir dersleri de bulunmaktadır. Bu dersler padişahın huzurunda yapılırdı. Beyzâvî’nin (ö.1286) Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl adlı tefsiri esas alınarak yapılmıştır. 1758 yılında resmiyet kazanan bu derslere “Huzur-ı Hümayun Dersleri” de denilmiştir. (s. 73)

Osmanlı saray mutfağına “Matbah-ı Âmire” adı verilmektedir. Her gün yaklaşık beş bin kişiyi doyuracak kadar yemek çıkarılan bu mutfakta Valide Sultan, Kızlarağası, Kapıağası ve Kilercibaşı matbahları gibi bölümler bulunmaktaydı. Matbah-ı Âmire’nin bir bölümü de helvahâne denilen kısımdır. Dört kubbeli bir yer olan helvahanede her türlü tatlılar, reçeller, şuruplar ve macunlar yapılmaktaydı. Bu bölüm sarayın hem tatlı ve turşu imalathanesi hem de doğal ilaçların yapıldığı bir eczanedir. XVI. Yüzyılda helvahanede 812 kişinin çalıştığı kayıtlara yansımıştır. (s. 79)

 

Aktaran: Cenk Baran

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir