Nâkıs Olan Kim?

İnsan; odalarının nerede olduğunu bilmediği duyularına elini uzatabilmek, maddenin üstünden vicdanını aşırabilmek ister. İnsan dokunmak ister.

1954 yılında kaleme alınan bir otobiyografiden bahsetmek istiyorum. Fakir bir ailede dünyaya gelen ve doğuştan beyin felci hastalığı olan, elleri ve ayakları çalışmayan bir diğer deyimle her yanı tutulmuş spastik bir bünyede varlığını bulan, daha sonra hiç de tahmin edilemeyecek bir başka insana dönüşen İrlandalı yazar, ressam ve şair Christy Brown’un bizzat kendi ağzından satırlara dökülen bir romandan söz ediyorum: ‘Sol Ayağım.’

Romanda, küçük bir çocuğun bu karmaşık hayat hakkında ne kadar da kâmil müşahedelerde bulunduğuna tanık oluyorsunuz. Romanı okumaya başladığınızda ise Christy’nin vücudundaki eksiklik ve arızasından çok kendi bedeninizdeki “fazlalıklara” dikkat kesiliyorsunuz.

Siz avuçlarınızın içindeki kitabı bitirmeye koyulurken romandaki çocuğun bütün bir ömrünün çilesine şahit oluyorsunuz. Bu nasıl bir sabır öyküsüdür ki, doğumla gelen kalıcı hastalık Christy’nin kendisini tanımasına sebep olur. Bu öyle bir tanımadır ki, Christy sağlıklı bir insan vücudunun aksine felçli bedeni içinde sıkışan ruhuna kendinde bir alan açmaya çalışır. Daha dört aylıkken tespit edilen, uzuvlarındaki yolunda olmayan belirtiler ve aksaklıklar Christy’nin sakat bir çocuk olarak hayata geldiğinin işaretleriydi. Christy dünyaya geldiğinde, canını dişine takarak çalışan bir duvar ustası olan baba ve şefkat dolu bir annenin yirmi iki çocuğundan biri olur. Belki de yirmi dört kişilik Brown ailesinin her bir üyesi büyük yaşam öykülerinin özgün kahramanlarıydı. Christy ise bu kalabalık ailede sesi en az olan (zira sadece homurtu seslerinden başka bir tepkisi yoktur) bir çocuktan fazlası değildi. O kendi kabullenilmiş kısıtlı bedeninde yaşamaya devam ederken, bir gün odasında sol ayakları arasına aldığı tebeşirle yere çizdiği bir harf Christy’nin bundan sonra yaşayacağı olağanüstü çabalarının ilk girişimi olur. Bu harf alelade bir harf değildir. Evde ders yapan kardeşi Mona’nın elinden sol ayağıyla aldığı tebeşiri ve sonrasını şöyle anlatır Christy:

“Bunu yapmak için neden sol ayağımı kullandığımı bilmiyorum. Bu birçok insan için olduğu gibi benim için de şaşırtıcı, çünkü küçük yaşlarımda ayak parmaklarıma garip bir ilgi göstersem de bundan önce herhangi bir şekilde ayaklarımdan birini kullanmak için girişimde bulunmamıştım. Onlar benim için ellerim kadar kullanışsız olabilirlerdi. O gün her nasılsa sol ayağım, görünüşte kendi iradesiyle, kız kardeşimin eline uzanıp kaba bir biçimde ondan tebeşiri almıştı. Ayak parmaklarım arasında tebeşiri sıkıca tuttum ve bir dürtüyle hareket edip kara tahtanın üzerine sert bir karalama yaptım. Sonra durdum, biraz şaşkın ve hayretle ayak parmaklarım arasındaki sarı tebeşir parçasına daha sonra ne yapacağımı bilmeden, onun oraya nasıl geldiğini anlamaksızın, bakakaldım. Sonra kendime geldim ve herkesin konuşmayı kestiğini ve bana sessizce baktığını gördüm. Kimse kımıldamıyordu. Siyah bukleleri küçük tombul yüzünü çevreleyen Mona kocaman gözleri ve açık ağzıyla bana bakıyordu. Yanan ateşin karşısında yüzü alevlerle aydınlanmış olarak babam oturuyordu, öne doğru eğilmiş elleri dizleri üzerinde açık ve omuzları gergindi. Alnımdan sızan teri hissetim. Annem kilerden elinde dumanı çıkan çaydanlıkla geldi. Masa ve ateşin ortasında odada oluşan gerilimi hissederek durdu. Bakışları takip etti ve beni gördü, köşedeydim. Gözleri yüzümden, ayak parmaklarım arasında sıkışmış tebeşirli ayağıma kadar süzüldü.”

“Ayağım öne gitti. Titredim, terledim ve bütün kaslarımı gerdim. Ellerim o kadar sıkı kenetlenmişti ki, tırnaklarım etime geçmişti. Dişlerimi o kadar sıkmıştım ki neredeyse alt dudağımı deliyordum. Odadaki her şey, etrafımdaki suratlar beyaza dönene kadar yüzüştü. Yine de yazmıştım “A” harfi önümde yerdeydi. Titrek, uyumsuz ve bozuk köşeleri ve hiç düzgün olmayan bir orta çizgisi vardı. Ama “A” harfiydi o. Kafamı kaldırdım. Bir an için annemin yüzünü gördüm, yanaklarına gözyaşı düşmüştü. Sonra babam eğildi ve beni omzuna aldı. Başarmıştım!”

‘Sol Ayağım’ vücutlarında birtakım engelleri ve sınırları olan insanların ruhlarını tanımamız için büyük bir örnek.

İnsanın, yaratılıştan gelen durumlarına ilkin alışamaması belki de kadere karşı sorgulamalar içeren bakışlar yöneltmesiyle başlayan süreç Christy’nin de sürekli inanç ile ilgili sorularının artmasına sebep oluyor. Christy bu süreci zamanla atlatıyor ve kendi hayatını sürekli demoralize etmenin, hayata sürekli kötümser bakmanın hiç de faydası olmadığını öğreniyor, zaman burada başat faktör.

Christy’nin kapalı kaldığı gövdesi içinde kendini dışa vurabildiği tek eylem resim yapmasıydı. Resim, konuşamadığı için duygularını açığa vuran cümlelerin yerini alıyordu.

“Resim yapmaya bağlandıkça, kendimi daha mutlu ve sakin hissetmeye başlamıştım. Birileri bana bir şey sorduğunda ya da konuştuğunda, eskiden yaptığım gibi onlara saldırma eğilimi göstermiyordum. Resim, hayatımdaki tek büyük aşkım olmuştu, dikkatimi yönelttiğim esas hedefti. Boyalarımın ve fırçalarımın yörüngesinde yaşıyordum. Ayrıca beni bu kadar çok mutlu eden tek şey resim yapmak değildi, bu tek başıma yeterli değildi. Gerçek şuydu ki; sadece kendimi değil, bir başkasını da mutlu etmek için resim yapıyordum; bir işe yarama ve benim gözümde bir çeşit tanrıça olmuş birinin resimlerini yapma hissi. Sevgili ‘rüyalarımın kızı’ sadece benim küçük resimlerimi büyük bir memnuniyetle kabul etmekle kalmıyor, büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu da onları. Bu onun hakkındaki en önemli şeydi; beni önemli, işe yarar ve sorumluluk sahibi biri gibi hissettirmekte ustaydı. Çok kötü resim yapıyordum. Tüm yaptığım ya da yapabildiğim, büyük kahverengi ve yeşil parçalardan oluşan korkunç küçük, kara parçaları ve gökyüzü için büyük, koyu bir mavilik denizinden ibaretti. Ama Bayan Delahunt her zaman onlardan bir başyapıtmışçasına bahsederdi ve bu cesaretle kendime daha çok güvenerek daha iyi resim yapmaya başlamıştım.”

Romanda ilerlerken belki de asla yaşayamayacağınız duygularla baş başa kalıyorsunuz. Belki de kalıcı bir fiziksel engeli olmayan insanlar olarak hayat içerisinde farklı bireyler olan engelli insanların toplum tarafından üzerlerine hoyratça dökülen kaba ve acıyıcı tavırlar sanki kibarca yüzlerimize vuruluyor.

Bu gözlemleri Christy’den yani bir engelliden duymak insanın yüreğini burkuyor. İnsan olmanın standartlarından ne kadar uzaklaştığımızı yine bize göre ‘engelli’ ve ‘eksik’ olan insanlar hatırlatıyor. Christy nezdinde bu sezgili teşhisler bizim yarım kalan duygularımızı ‘engelli’ yanlarımızı tamamlıyor, bütünlüyor.

2
Christy Brown’un çizdiği otoportresi

“…Gelen Jenny’ydi. Bahçenin girişinde birkaç adım ötede durdu, zayıf ve çocuksu yapısı arkasındaki beyaz duvarda belirginleşiyordu, Haziran ayının güçlü güneşinde ıslak beton zemine gölgesi düşmüştü. Bana doğru bakıyordu; ama bu bakış acımaydı. Acıma duygusu dışındaki başka şeylere, samimi insanların şefkatinin en güçsüz kalbe bile verebileceği ‘güce’ ihtiyacı olan benim gibi biri için, sadece basit bir acıma dolu bakışın ne kadar üzücü ve ezici olduğunu o anda anladım, daha sonra defalarca karşılaşacaktım.”

Bir gün hemşiresi Bayan Maguire, Christy’ye onu “Katolik mucize kenti” adıyla bilinen Fransa’nın Lourdes şehrine götürmek istediğini söyler. Lourdes suyu pınarının kötürüm hastalıkların, aşılmaz sağlık sorunlarının tedavi edildiği Hristiyan inancına göre kutsal bir yerdir. 16 yaşındaki Christy, ülkesi İrlanda’dan Fransa’daki termal şehre gitmek üzere uçağa binmişti. Ne var ki uçağa bindiğinde görecekleri o ana kadar elde etmediği yeni izlemleri de beraberinde getirecekti.

“…Kerry’den küçük bir çocuk daha vardı. Danny bilmem kim, birkaç hafta önce iki ayağını ve sağ elini kaybetmişti. Sadece çiftlikte sağdığı inekten bahsediyordu. Köy aksanıyla konuştuğu için hepimiz onunla eğleniyorduk. Fakat o buna aldırmıyordu ve ineği Nellie’den, iyileştiği zaman onun nasıl tekrar sağacağından bahsediyordu. Köşede elleri felçli, ayakları yamuk, sürekli dua eden yaşlı bir kadın oturuyordu. Güçlü yapılı, bronz tenli fakat duvar gibi sağır bir genç adam vardı. Kocaman bebeğine sarılmış, sağır ve dilsiz, gülümseyen küçük bir kız vardı. Önümde neşeli ve güzel sesli Tommy oturuyordu. Kolları ve bacakları yoktu. Tam arkamda genç evli, ilk bebeğini doğurduktan sonra, bir yıl önce vereme yakalanmış bir kadın vardı. Sandalyenin üzerinde, yorgun, solgun sürekli inleyerek yatıyordu. Dublin’e dönmemizden birkaç gün önce komaya girmişti ve büyük acı çekerek öldü. Bütün bu acı çeken insanların her birini gördükçe kafamda yeni bir ışık yandı. Dehşete kapıldım; dünyada bu kadar acı çeken insan olduğunu tahmin etmiyordum. Kendini küçük kabuğuna çekmiş salyangoz gibi, dışarıdaki oldukça kalabalık dünyayı yeni görmeye bağlıyordum. Bütün bu insanların sakat olması değildi beni şaşırtan; onların bulundukları durum benim durumumdan daha kötüydü. O ana kadar, bunun mümkün olabileceğini düşünmemiştim. O zamana kadar kör olduğumu; diğer insanların açılarıyla kendiminkileri karşılaştırdığımda, benimkinin ehemmiyetsiz olduğunu hissetmeye başlamıştım.”

Christy kendine özgü tasvirleriyle etrafında olan bitenleri inceliyor, kendi durumunun farkına varmaya başlıyordu.

“Ertesi gün, ünlü Şifa Hamamları’na götürüldük. Çeşitli milletlerden gelen büyük kalabalık yeraltı kaynağının üzerine kurulmuş modern banyolara girip, mucizevî sulara dokunmak için bekliyordu. Sıranın gelmesini beklerken, çevreme bakındım. Banyoların yapıldığı basık binada üç yüze yakın insan vardı. Neredeyse, dörtte üçü benim gibi tekerlekli sandalyedeydi. Kimi dik oturamıyor, sürekli sırt üstü yatmak zorunda kalıyordu, diğerleri koltuk değnekleri ile birlikte güçlükle oradan oraya gidiyorlardı. Hepsini görüyordum; bacaksız, kolsuz, kör… yeni yükselen güneş altında yaşayan ölü gibi yatanlar… Victor Hugo’nun romanındaki mucizeler meydanı gibiydi. Onların içinde kendimi çok küçük ve önemsiz hissettim.”

Christy tedavisi için ara ara Londra’ya kliniklere götürülüyor orada uzman doktorların gözetiminde bazı seanslara tâbi tutuluyordu. Yine bu görüşmelerin birinde Doktor Collis’le arasında geleceğini şekillendirecek belki de önemli bir İrlanda’lı yazar olmasında kendi engellerini aşması adına farklı bir konuşma yapılacaktı.

“Sonunda Bayan Collis odaya yavaşça gelip yanımdaki koltuğa oturdu. “Evet, Christy,” dedi. “Londra’ya öylesine gelmedin. Şimdiye kadar neden tedavi edilmediğin hakkında bir neden bulamadım.” Kalbim mutluluktan fırlayacaktı. İyileşecektim. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu! Bütün eski acılarım ve kalp sızılarım yüzümü aydınlatan ve kalbimin hızla çarpmasını sağlayan büyük bir mutluluğa dönüşmüştü. Artık zirveye ulaşabilecektim! “Evet,” diye devam etti Bayan Collis. “Önümüzdeki birkaç günde gerçekten zor bir iş için bir sürü şey yapmaya hazırsan iyileşebilirsin. Fakat…” dedi, bana bakarak durdu ve devam etti. “Önce büyük bir fedakârlık yapmalısın. Hiçbir şey yapmadan iyileşmen imkânsız, biliyorsun, bu yüzden artık sol ayağını asla kullanmayacaksın.” Sol ayağım! Ama bu benim her şeyimdi. Sadece onunla konuşabiliyor, onunla yaratabiliyordum. Dış dünyayla olan iletişimimde tek aracımdı, diğer insanların düşüncelerine ulaşabilmenin ve kendimi anlaşılır ve anlamlı kılmanın tek yoluydu. Geri kalanım kullanışsız ve değersizdi. Bu sakat sol ayağım bütün vücudumun tek çalışan yeriydi. Onsuz kaybolmuş, sessiz ve güçsüzdüm. “Evet, zor olduğunu biliyorum,” dedi düşüncelerimi okuyarak. “Bu çok büyük bir fedakârlık. Ama tek yolu bu, başka çıkış yolu yok. Sol ayağını kullanmaya devam edersen eğer, bir gün büyük bir sanatçı veya yazar olsan bile, iyileşmemiş biri olarak kalırsın. Asla yürüyemez, konuşamaz veya ellerini kullanamazsın ve bütün bunları yapamadan herhangi bir yerde normal bir yaşam süremezsin. Yani her şey kendine hâkim olmanla ilgili, sol ayağını tekrar asla kullanmayacağına söz verir misin?” Söylediklerinin ne anlama geldiğini anlamıştım. Bunun yarı ölçüsü yoktu. Büyük bir savaş başlıyor gibiydi. Kazanmak istiyorsam, sahip olduğum her şeyi ortaya koyacaktım. Büyük bir bedel ödeyecektim, belki de çok acı bir bedeldi. Korkutucu olabilirdi; fakat sonunda zafere ulaşacaktım. “Yapacağını,” dedim Bayan Collis’ , bu şimdiye kadar söylediğim en açık sözdü.”

3
Christy Brown’un soyut çalışması

Christy’nin beden hapishanesinde özgürlüğüne kavuşmayı bekleyen bir tırtıl gibi debelenmesi, kabuğunu kanırtması ve çektiği tüm bu acılar ona başka bir fikir vermişti. Bir kitap yazma fikri…

“Klinikteki tecrübelerim ve bunların zihnimdeki etkileri birçok düşüncenin doğmasına sebep olmuştu. Sanki gözlerimin önünden bir perde kalkmış gibiydi, beni uzun zamanlar şaşırtan ve büyük acılar veren bir takım şeyler için en sonunda bir anahtar bulmuş gibiydim. Bir şeyler söylemeyi o kadar fazla istiyordum ki sadece aileme değil, hatta sadece arkadaşlarıma değil, bütün dünyaya bir şeyler söylemek istiyordum. İçimde konuşmak için büyük bir istek vardı ve bunun bir an önce ortaya çıkmasını istiyordum; çünkü diğerleriyle bununla anlaşmak ve onlarında bunu anlamasını sağlamak istiyordum. Bir şeyler bulduğumu hissediyordum, düşünmeye ve kendimle ilgili bir şeyler hissetmeye başladığımdan bu yana aradığını şeyi bulduğuma inanıyordum. Bulmak yıllarımı almıştı, fakat en sonunda keşfettiğime inanıyordum ve şimdi bunu dört bir yana dağılan rüzgârlara yükleyip, bütün dünyayı dolaşarak, taşıdığı mesajı herkesin kalbine bırakmasını istiyordum.

Bu sadece benimle ilgili bir şey değildi, benimkine benzer yaşamları olan, hayatlarının etrafı dar ve bastırılmış yüksek duvarlarıyla çevrilmiş olan herkesle ilgili bir şeydi. En sonunda bu duvarları aşmanın ve bunların gölgesinden kurtulmanın bir yolunu bulmuştum, gün ışığına çıkıp dünyadaki bütün sağlıklı insanlar arasındaki yerimi almak için bir yol bulmuştum. Ama söylemek istediğim, herkesin bilmesini istediğimi şeyi nasıl ifade edecektim? Ellerimi tam olarak kullanamıyordum; hâlâ çarpık ve şekilsizdi, herhangi bir şeyi tutmak veya kavramak için güçsüzdü. Dudaklarım da zihnimde sabırsız arı sürüsü gibi dolaşan düşünceleri söyleyemiyordu; çünkü hâlâ ailemin dışındaki insanlar tarafından da anlaşabileceğim herhangi bir dili konuşamıyordum, yani durum böyle olunca hâlâ dilim düğümlenmiş ve derin bir sessizliğe gömülmüş gibiydim.”

‘Sol Ayağım’ bir insanın kaderinde beliren çizgilerle daralmışlık içindeki isyanı arasında gelgitler savaşı. Büyük bir sabrın ve mücadelenin bir romandan öte yaşanmış bir gerçeği.

Okuduğumuz öykü ve romanlar sanal bir kurgu işçiliğine sahipken Christy’nin bu biyografisi merhametin kandille arandığı yüzyılımıza erdemli bir ses olarak düşüyor. Kitabın sonu da umudun insan için ne denli gerçek bir ihtiyaç olduğunu ayan ediyor.

Christy, 1981’de Dublin’de 49 yaşında öldü. Ele aldığı manzum ve mensur eserler içerisinde hayat hikâyesini yazdığı ‘My Left Foot’ / ‘Sol Ayağım’ kitabı adını İrlanda edebiyatında ve dünya edebiyatında duyurmayı başardı. Otobiyografisi 1989 yılında sinemaya uyarlandı. BAFTA (İngiliz Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi), Golden Globe (Altın Küre) ve LAFCA (Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği) gibi birçok prestijli ödülün sahibi oldu. Buna Oscar da dâhil.

Bir engellinin cesareti, tecrübelerle üzerine gittiği korkularını ve çaresizliklerini tanıması, bunlarla yetinmeyip kendi vücudunda ve ruhunda yeni araştırmalara girişmesi oldukça kıymetli. Bunu sanıyorum ki engelsiz olduğunu düşünen birçok insan yapamayacak, kendini tanımak gibi bir uğraşa yeltenmeyecektir. Christy’nin tutulmuş bütün vücudunca sanat ve fikir üretmeye çalışması üretim ve ifade kaygısı onun görünüşte engelli, içerikte engellerini aşmış hassasiyet sahibi bir insan yapmaya yetiyor.

Christy bütün bunları sorularla aşmaya gayret etti. İyi bir soru, kışkırtıcı bir sual derinlikli cevaplarla kavuşmaktan kendini alamazdı. Dünyaya geldiği andan itibaren çevresini, gördüklerini, duyduklarını, doğayı ve nesneleri bile çok özgün bir edebî üslupla betimledi. Duygularındaki naif ve coşkulu çıkışlar kaleminin kuvvetini belirledi.

Christy, kitapların, aklen ve fiziken sağlıklı görünen hatta anlamamak, tartışmamak, sorgulamamak için hiçbir geçerli sebebi olmayan insanlarca ne denli tecrit edildiğini ifade eder bir konuşmasında. Yazımı, Christy’nin engelli ömründe feyzinden istifade ettiği ilmin anası kitaplar üzerine kurduğu cümleyle bitireceğim.

Kitaplar evimizde pek sık görülmezdi. Ekmeğin daha önemli olduğu düşünülürdü. Karnımızı doyurmak, zihinlerimizi doyurmaktan daha önemli bir işti.”

İrlandalı yazar, şair ve ressam Christy Brown külliyatı:

  • 1954 My Left Foot
  • 1970 Down All The Days
  • 1971 Come Softly to My Wake (Poems of Christy Brown)
  • 1973 Background Music: Poems
  • 1974 A Shadow on Summer
  • 1976 Wild Grow the Lilies
  • 1978 Of Snails And Skylarks
  • 1982 A Promising Career (posthumous publication of his final work)
  • 1991 The Collected Poems of Christy Brown (posthumous compilation of his three books of poetry)

Abdullah Karaca

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • @mucahidsarica , 01/04/2015

    insanın içinden okumak gelmiyor…

  • yeşilçam müdavimi , 30/03/2015

    bu kadar uzun yazarsan az okunur, az yorumlanırsın sayın karaca!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir