En son yazdığım mektubun zarfını kapatırken, Haydar Ergülen’in, “Bir zarf açılınca / içi açılıyorsa kelimelerin / mektup odur. / Bir zarf kapanınca / dışarıda kalıyorsa bazı kelimeler / mektup odur.” dizelerini mırıldanıyordum. Kalbimin kıyılarında bir sürü kelime uçuşuyordu ve ben bunları kâğıda dökemiyordum. Yazacaklarımın çoğu dışarıda kalmıştı. Enis Batur, “Aşk mektubu ağrılı bir metindir.” diyor. Ben bu ağrıyı en fazla Cemil Meriç’in Lâmia Hanım’a yazdığı mektuplarda hissederim.
Mektup, yanmaktır.
Cemil Meriç’in mektuplarının her satırında aşk, mutluluk, kıskançlık ve isyan kokar. İstanbul’dan, Hatay’a giden bu mektupları, Jurnaller’e alarak bizim hislerimize tercüman olmuştur. “Biz alevden iki ırmak gibi birbirimize karıştık.” diyordu bir mektubunda. Bir diğer mektubunda ise şöyle der; “Garip rüzgârlar esiyor başımda. Kavak yelleri desem değil, kasırga gibi hortum gibi bir şey. Kendimi de etrafımı da yok etmek istiyorum. Birden ufkum kararıyor. Daha doğrusu kızıllaşıyor. Cihan ölçüsünde bir hercümerç, bir kıyamet… Sonra seni hatırlıyorum. Birden zindanım aydınlanıyor. Kuşlar cıvıldıyor içimde. Yaşamak istiyorum.” Lâmia Hanım’a, “Kelimelerin bir bûse dudaklarınla yazıyor gibisin. Bir ateş kelimelerin kalbinle yazıyor gibisin.” seslenişi de unutulacak gibi değildir.
Mektup, sadakattir.
Aşkın en güzeli hâlini yaşayanlardan biri de hiç şüphesiz Halil Cibran’dır. Mey Ziyade Hanım’la yirmi yıl boyunca mektuplaşmışlardır. Önceleri edebî mektuplarla başlayan dostluk sonraları büyük bir aşka dönüşmüştür. Dokunmadan, nefesini hissetmeden, gözlerinin içine bir kere bile bakamadan, saçlarına yüzünü gömmeden sevmek… Estetik hiçbir kaygı gütmemek… Şüphesiz ruhuma en yakın gelen mektuplar “Aşk Mektupları”dır. Okuduğum bütün satırların altını çizme isteği duyduğum ender kitaplardan biri olmuştur benim için.
“Gece yarısı oldu ve bu sayfalara, henüz dudaklarımın bazen fısıltı bazen de yüksek sesle telaffuz edeceği bir kelime koyamadım. Etmek istediğim sözleri, sessizliğin ta kalbine koyuyorum; çünkü sessizlik, tüm söylediklerimizi sevgiyle, hevesle ve inançla saklar. Ve sessizlik aynı zamanda dualarımızı, ya nereye istersek oraya taşır ya da Tanrı’ya götürür.
Şimdi yatmaya gidiyorum ve uzun bir uyku çekeceğim. Rüyalarımda size, kâğıtta hecelemediklerimi anlatacağım. İyi geceler Mey. Tanrı’ya emanet olun.”
Böyle bir aşkı ancak bir arifin şu sözü özetleyebilir: “Eğer uzaklık aşkını artırmıyorsa, yakınlık aşkını söndürür.”
Mektup, kırgınlıktır.
Orhan Veli’nin mektuplarına, kırgınlığın mektupları da diyebiliriz. Nahit Hanım, “Rönesans gibi kadın”, “Cumhuriyet döneminin küçük burjuva aydınlığının anası” gibi iltifatlar mazhar olmuş, Cumhuriyet dönemi şairleri tarafından kendisine şiirler yazılmış, Mustafa Kemel’le üç kez dans etmiş bir kadındır. Bütün bunlara rağmen Nahit Hanım kendi tabiri ile “cebi delik de olsa” Orhan Veli’yi sevmiştir.
16 Ocak 1947 tarihli mektubuna şöyle başlıyor Orhan Veli: “Mektubunu aldıktan sonra da rahat edemedim. Oysaki senden üzüntülerimi yatıştıracak, beni teselli edecek bir mektup bekliyordum.”
Mektuplar, İstanbul’dan, Ankara’ya hasret ve sevgi yüklü olarak gider. “İstanbul muhakkak ki güzel şehir. Ama benim için güzel şehir çirkin şehir diye bir şey yok. Sadece senin bulunduğun şehir, senin bulunmadığın şehir diye bir şey var. Nitekim şu son mektubunda benim Ankara’ya gelmemden bahsederken elbette bir gün geleceksin demişsin. Ankara’ya hususi hiçbir muhabbet duymadığım halde bu sözünü okuyunca bilsen nasıl oldum. Seni görmek için bir şehre geliyorum, görüyorum ve ömrümün sonuna kadar benim yanımda oluyorsun. Çok acayip ama çok tatlı bir his.”
Kırılganlık bazen öyle had safhaya ulaşıyor ki, Orhan Veli sevdiği kadına yazmak için âdeta bahaneler arıyor. At yarışı tüyolarına varıncaya dek. Bazen havadan sudan bahsetmek bile sevgili hâline dönüşüyor.
Mektup, hasrettir.
Nazım Hikmet’in Piraye Hanım’a yazdığı mektuplar hasret kokar. Çeşitli cezaevlerinde çektiklerini, acılarını, üzüntülerini, sevinçlerini, umutlarını ortaya koyar. 1934 yılında yazdığı bir mektupta, “Karıcığım, Büyük bekleyişler, felâketler büyük bağları ve sevdaları bir kat daha büyütür…” diyor Hikmet. Ve başka bir mektubunda da her âşığın yaşadığı gelgitleri resmediyor. “Sana uçsuz bucaksız inanıyorum, senin kadar kimseye itimadım yok. Fakat aynı zamanda seni vehimler içinde boğulan bir eski şarklı gibi kıskanıyorum. Bir insan yüreğinde aynı sevgi kaynağından gelen bu iki düşman hissin o çarpışan birliği aşk denen mucizeyi yaratıyor. Ve ben âşıkım.”
Mektup, ruhun ifşâsıdır.
İnsanların sevgiyi ifade ediş tarzı farklı farklıdır. Kimi insan sevgiyi kelimelere dökerken, edep dairesinde kalmayı ve hep bir çekingenliği tercih eder. Kimisi de var ki, ruhunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyar ve içinde ne varsa dışarıya sızdırır. Ahmet Arif’in, Leyla Hanım’a yazdığı mektupları nedense kendime çok yakın buldum ve bu durum beni şaşırtmıştı doğrusu. Hele de: “Seni gözlerinden öpüyorum. En çok da burnundan. Gülme, çok ciddiyim” satırlarını okuyunca, kitabı kapatıp ayakta birkaç tur atmış, kendimi toparlayıp tekrar okumaya devam etmiştim.
Ahmet Arif, aşkın bütün medcezir hâllerini yaşamış bir adam. Her mektubunda ayrı bir şaşkınlık tevârüs etmekte. Mektuplarına, “dost, kardeş, canım, sevgilim” gibi birbirine zıt hitaplarla başlamakta ya da bitirmekte.
Ahmet Arif’in bozuk üslûbu, sövmeleri bir yana, insanı iman dairesinden çıkaracak elfaz-ı küfür dediğimiz kelimeleri telaffuz etmekten hiç çekinmemiş. Ahmet Arif’in kitabını okuyanlara malûmudur ki, içindeki hakikat arayışını âdeta Leyla Erbil’de somutlaştırmış ve orada kalmış. Uhrevi bir boyuta yol bulamamış.
Mektup, şifâdır.
Cemal Süreya, 1972 yılının Temmuz ayında hastaneye yatan eşi Zühal Hanım’ın yanında bulunamamış, moral vermek için on üç gün boyunca mektup yazmış ve yalnız bırakmamıştır. Süreya’nın en büyük hayali ise bir kızı olması ve adını da Elif Zeyno koymasıdır. Mektuplarında sıklıkla bundan bahsetmektedir. “Sen ne güzel bir Elif doğurursun. Başına kurdeleler bağlarsın.” “Seviyorum seni. Güvercinler rıhtımı eleştiriyor. Zühal’im, Elif’im, kolum kanadım.”
Fakat Cemal Süreya bu isteğine ulaşamamış ve ne yazık ki Elif Zeyno adını koyabileceği bir kızı olmamıştır. Mektuplarda buram buram aşk tütmektedir; “Kadınım. Yârim. İpekböceği sevgilim!” “Cumaya konuşmak üzere. Hadi, canım, arkadaşım, altınım, darphanem. Mektuplar biter, yollar uzar, özlemler büyür.”
Mektup, çaresizliktir.
Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplarda çaresizlik ve o çaresizliğin doğurduğu büyük bir korkaklık görürüz. Kafka, otuz sekiz yaşında, Milena ise henüz yirmi üçündedir. Üstelik Milena evlidir. Kafka’nın gözünde ise bambaşkadır. “Milena söz konusu olan bu değil, sen benim için bir kadın değil, bir kızsın, senden başka kız olmaya layık birini göremedim; senin gibi bir kıza nasıl elimi uzatabilirim, kirli, sarsak, pençeye benzeyen, savruk, güvensiz, sıcak soğuk bu eli.”
Kafka’nın zayıf ve hasta bedeni, ruh halindeki sürekli değişmeler onu yorar, defaatle yazmama kararı alır ve hiçbirinde de başarılı olamaz. Çaresizliği büyüdükçe şu can alıcı soruyu sorar Kafka: “Dünyada benim ihtiyaç duyduğum kadar sabır var mı, Milena?” ve cevabını Salı gününe beklediğini de ekler. Maalesef Milena’nın yazdığı cevapları bilmemekteyiz.
Mektuplarda edebî yön zayıf. Zaten Kafka’nın böyle bir derdi de yok. Okurken insanı sıkmasına ve yormasına rağmen yine de kitabı bitirmeden elimizden bırakamıyoruz.
Mektup, hikâyedir.
André Gorz’ün, “Yakında seksen iki yaşında olacaksın. Boyun altı santim kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcısın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum. Sadece benimkine değen bedeninin sıcaklığıyla dolan, kahredici bir boşluk taşıyorum göğsümün tam ortasında yeniden” cümleleriyle başlayan “Son Mektup” adlı eserinde, ilk tanıştığı gün, evlilikleri, birlikte çektiği sıkıntıları, Gorz’ün yazı hayatına eşinin etkilerini hikâye eder. Ufacık detaylara girse bile okurken insanı sıkmaz ve rahatlıkla en güzel aşk mektuplarından biri diyebiliriz. Kitabın son sayfasında, “İkimizin de dileği, diğerinin ölümünden sonra yaşamak zorunda kalmamaktı.” diyerek intihar ederler ve hikâye acı bir sonla biter.
Elbette aşk mektupları denilince, Ertuğrul Süvarisi Ali Bey’in, eşi Ayşe Hanım’a, “İsmetli, iffetli, Hanımcığım” diye başlayan o nezaket abidesi mektupları, Goethe’nin, “Genç Werther’in Acıları” anılmadan geçilmez. Yayınlandığı dönemde bir Wether fırtınası eser. Werther gibi giyinmek, onun gibi sevmek ve onun gibi bir “elvada” sözcüğü bırakarak intihar etmek. Stefan Zweig’in karısı Fredrike’ye yazdığı mektupları da analım. Zweig, son mektubunda, “Çok yorgun düştüğünü” yazarak müntehir yazarlar listesine girmiştir.
Son söz.
Cevabının gelmeyeceğini bildiğimiz, artık beklemekten yorulup cevap da istemediğimiz ve yazdığımız mektubun sonuna “Son Mektup” diye not düştüğümüz gün bilelim ki, mektup, kalbimizin kendi kanında boğulmasıdır.
Celal Kuru
10 Yorum