Modern Türkiye’nin Oluşumu

Künye: Modern Türkiye’nin Oluşumu, Feroz Ahmad, Kaynak Yayınları, Altıncı Basım, Mart 2007.

***

Tek parti dönemi (1923-1945) boyunca ordu siyasal hayattan tamamen tecrit edildi. Subaylara siyasete girmek istiyorlarsa emekliye ayrılmaları söylendi. Pek çoğu emekliliği seçerek yönetimdeki Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) girdi. Cumhuriyete üniforma içinde hizmet etmeyi seçenlerin oy kullanmalarına bile izin verilmedi. Orduya Cumhuriyet içinde şerefli bir yer verildi ama aynı zamanda ülkenin toplumsal ve siyasal hayatının dışında tutuldu. 1925’ten 1944’e kadar Genelkurmay Başkanlığı yapan Mareşal Fevzi Çakmak böyle bir orduya önderlik etmek için ideal mizaca sahipti. (s.18)

Truman Doktrini (12 Mart 1947) ve Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesi, Silahlı Kuvvetler’in niteliğinde bir değişikliği yol açtı. Ordu siyasal bakımdan gölgeden gün ışığına çıktı (Özellikle Kore Savaşı sırasında) ve savaş sonrası Türkiye’nin benimsediği hür dünya ideolojisinin sembolü haline geldi. (s. 19)

Toplanan bu çocuklar (devşirmeler) teknik olarak Sultan’ın “Köleleri” ya da daha doğru bir betimle “kulları” oluyorlar ve ona mutlak bir sadakat gösteriyorlardı. Bütün aile ilişkilerini ve geçmişleriyle olan bağlarını kaybeden bu kişiler yeni bağlar ve kendi akranlarıyla bir birlik ruhu geliştirebiliyorlardı. Ancak görevleri ve servetleri Müslüman olarak doğan çocuklarına miras olarak devredilemiyordu. Bu nedenle kendi çıkarlarını kollayan bir sınıf oluşturmaları mümkün değildi. Onlara büyük bir güven duyan efendilerine hizmet ederek doyum sağlayabiliyorlardı. Sultan’ın ev halkı içinde, aile fertleri olarak kabul ediliyorlardı. (s. 30)

Ağustos 1838’de İngiliz Osmanlı Ticaret Sözleşmesi, reformcuların yeni toplumsal ve ekonomik yapılar kurmak için mevcut yapıları ortadan kaldırmak amacıyla attıkları belki de ilk bilinçli adım oldu. Yakın zamanlara kadar Sultan 3. Selim ve 2. Mahmut, Osmanlı tüccar ve zanaatkârlarına Avrupalı rakiplerine karşı korumak için yerel ekonomiyi korumaya çalışmışlardı. 1838 Antlaşması, korumacılığı ortadan kaldırdı ve yabancı tüccarların iç ticarete doğrudan katılmalarına ilk kez izin verdi. Bu antlaşmanın bir sonucu zayıflamakta olan zanaatların ağır bir darbe yemesi ve lonca sisteminin yıpranması oldu. Bu gelişmeler eski yapıların yıkılmasının Batılaştırmayı hızlandıracağına ve Osmanlıları yeniliğe zorlayacağına inanan reformcuların hoşuna gidiyordu. (s. 39-40)

Ateşkes anlaşmasının imzalanmasından ve İttihatçı önderlerin Avrupa’ya kaçmalarından sonra, Sultan’ın ve eski hâkim sınıfın telaşla doldurmaya çalıştıkları bir siyasal boşluk oluştu. Bunlar Müttefikler’in dayattıkları her şartı mümkün olduğu kadar uzun süre iktidarda kalabilmek için kabul etmeye -protestolara rağmen- istekli görünüyorlardı. Sultan’a bağlı hükümetin 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzalamasının nedeni buydu. (s. 64)

1920 Ulusalcılar için kritik bir yıl oldu. Yunan, Ermeni ve Fransız güçlerine karşı savaş veriliyordu. Ulusalcılar artık halifenin ordusuyla karşı karşıyaydılar çünkü Sultan-Halife, İslam’ın düşmanları olarak lanetlediği Ulusalcılara açıktan karşı çıkmıştı. Ancak martta İstanbul’un işgali ve ağustosta Sevr Antlaşması’nın imzalanması, Sultan’ın hükümetini kalan meşruluğunu da yıprattı. (s. 66)

Subaylar bile -aslında bir kurum olarak ordu- rejim konusunda bölündü. Bu eski düzenin muhalefetinden daha da tehlikeliydi; çünkü Mustafa Kemal’e muhalif olan generallerin çoğu gerici değil; liberal ve modernisttiler; bunlar, mutlak monarşiyi, Mustafa Kemal’in kişisel yönetimi altında bir mutlak cumhuriyet kurmak için devirmediklerini söyleyerek durumu protesto ediyorlardı. (s. 72)

Terakkiperver Cumhuriyetçiler, Kemal’in radikalizmini yumuşatacak güçlü bir muhalefet haline gelme fırsatını asla bulamadılar. Şubat 1925’te Doğu Anadolu’da bir Kürt isyanı patlak verdi ve hızla yayıldı. Bu isyanda güçlü bir Kürt ulusçu ögesi var olmuş olabilir ancak isyanın patlak verdiği ve geliştiği ortama bütünüyle dini öğeler hâkimdi. Olanların, dini gericilik ve karşıdevrim korkularını doğruladığı görülüyordu. Bu, eski düzene ait anıların hâlâ canlı olduğu bir toplumda gerçek bir korkuydu. (s.  75)

Serbest Fırka’nın ılımlı muhalefetinin Türkiye’nin Batı Avrupa’daki imajını ve önde giden mali çevrelerdeki konumunu düzelteceği böylece dış kredi ve yatırım sağlanacağı da umuluyordu. (s. 77)

1930’da liberalizm ve demokrasi, Batı Avrupa‘daki istikrarsızlık nedeniyle, pek çok Kemalist’in gözünde itibarını kaybetmişti. Tek parti rejimleri, özellikle faşist İtalya cazip bir alternatif sunuyordu. Ulusal mücadele sırasında yeni Türkiye’nin çok içten bağlar kurduğu Bolşeviklere sempati duyuluyordu. Ancak onların benimsedikleri ideolojinin, sınıfsal oluşumunun gerekli koşullarından yoksun olduğu söylenen Türkiye için uygun olmadığı düşünülüyordu. Kemalistler sınıf çatışmasına karşıydılar; çünkü bu her ikisini de geliştirmeye çalıştıkları kapitalizmi ve burjuvaziyi engelleyecekti. Bu nedenle işçi sınıfı örgütlerinin yanı sıra yancı komünizm ve sosyalizmin de bütün belirtilerini amansızca ezdiler. (s .79)

Makineleşmiş tarım, ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Marshall Planı’na göre tarım makineleri ithal edildiğinde yaygınlaştı. Bunun önemli bir sonucu kırsal işsizlik ve kentlere göç oldu. (s. 94)

Köylülerin yaptıkları çağrıya açık olmadıklarını gören Kemalistler, onlara geleneksel önderleri aracılığıyla, yerel eşraf, din adamları ve şeyhlerle ulaşmak zorunda kaldılar. Kemalistler ile eşraf arasındaki iş birliğinin bedeli, kırsal kesimdeki statükoyu korumak ve hatta güçlendirmek için yapılan üstü kapalı bir anlaşma oldu. Bu anlaşma, toprak ağalarının güçlü bir unsur olarak içinde yer aldıkları bir partinin, Halk Partisi’nin kurulmasıyla tamamlandı. (s. 96)

Türkler ulusalcılığı benimseyen son halk oldular. Bunun nedeni yönettikleri kozmopolit sistemin sürmesinde büyük çıkarlarının olmasıydı. Bu nedenle ellerinden geldiğince bir haneden ideolojisi -Osmanlıcılık- geliştirmeye çalıştılar. Çoğu kişinin Türk ulusalcılığının öncüsü olarak gördüğü İTK bile, kendisine ‘Osmanlı İttihat ve Terakki Komitesi’ diyordu. (s. 97)

Yurt gezilerinde kendisine eşlik eden, eğitim görmüş, Batılı ve özgür bir kadınla evlenerek örnek olmak istedi. Evlat edindiği kızları Kemalist kadın modeli olarak yetiştirdi; bunların biri yeni kurulan Ankara Üniversitesi’nde tarih profesörü olurken, öteki pilot olarak eğitildi ve 1937’de ayaklanan Kürt isyancıları bizzat bombaladı. Her ikisi de bilinçli olarak erkeklere ayrılan alanlarda yer almak üzere eğitildiler. (s. 108)

Güzellik yarışmaları kısmen de kent alt-orta sınıfının iffet taslamasını zayıflatmak ve bu sınıftan kadınlar arasında bir güven duygusu yaratmak için düşünüldü. (s. 109)

1950’lilerin başı Menderes döneminin altın yıllarıydı. Savaş sonrası Avrupa’da gıda maddesi talebi ve Kore Savaşının hızlandırdığı ekonomik “boom” sayesinde Türkiye gıda maddesi ve hammadde ihracatı temelinde bir “ekonomik mucize” yaşadı. (s. 141)

1960’ların sonunda Türkiye ekonomisinin ve toplumunun karakteri çok büyük bir değişim geçirmişti. 1960’lardan önce Türkiye ağırlıklı olarak tarımsal bir ülkeydi. Devletin hâkim olduğu küçük bir sanayi sektörü vardı. On yılın sonunda güçlü bir özel sanayi sektörü oluştu. Öyle ki, sanayinin GSMH’ye katkısı neredeyse tarımınkine eşitlendi ve 1973’te aştı. Bunu köylülerin iş ve daha iyi bir hayat arayışı içinde kent ve kasabalara akın etmeleriyle birlikte gelişen hızlı bir kentleşme izledi. (s. 161)

Geçmiş kuşaklar boyunca yaşadığı pek çok temel değişime rağmen, Türkiye siyasal partilerin önderlerinden çok, fikirleriyle ve programlarıyla temsil edildikleri bir aşamaya henüz ulaşmamıştı. Her partinin er ya da geç kendi önderiyle anılması ve bu gerçeklemediğinde bir kenara atılması, Türk siyasal hayatının neredeyse bir kuralı olmuştu. (s. 190)

İran Devrimi’nin yol açtığı karışıklıklar üzerine -Tahran’daki ABD Büyükelçiliği 4 Kasım’da işgal edildi- istikrarlı bir Batı ileri karakolu olan Türkiye, NATO stratejistleri için büyük önem kazandı. Sovyetlerin 26 Aralık 1979’da Afganistan’a yaptığı müdahale, 1970’lerin yumuşamasını sona erdirdi ve “İkinci Soğuk Savaş’’ın başlangıcını belirledi. Bu durum, Türkiye’nin Batı ittifakı içindeki stratejik konumunu güçlendirdi. (s. 207)

 

Aktaran: Ferhat İnan

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir