Cüneyt Dal’ın ilk hikâye kitabı “Metin Olma Durumu” on dört hikâyeden müteşekkil. Yazarın, çevresinde olan bitene karşı kayıtsız kalmadığı, güçlü bir gözlem yeteneğine sahip olduğu ilk hikâyeden itibaren dikkat çekiyor. Gündelik hayatta aşina olduğumuz kimseleri ve sıradan olayları farklı yönlerden ele alan yazar, bakış açımızı değiştirecek çıkarımlarda bulunuyor. Kitapta eleştirel yaklaşım dikkat çekiyor. Bu yaklaşım mizahi bir üslubu da içerisinde barındırıyor. Cüneyt Dal, eleştiri unsurlarını kimi zaman insanın kendi iç dünyasında yaşadıklarına yönelik kullanırken kimi zaman ise modern dünyanın dayattığı etkenler üzerinden kaleme alıyor.
Etrafındaki insanlardan kaçıp iç dünyasına yönelen karakterlerin huzursuzluğu en nihayetinde yerini kendiyle yüzleşmenin hüznüne bırakıyor. Bu durum kitapta yalnızlaşan, muhatabını bir türlü bulamayan, alışkanlıklarının esiri olan karakterlerle karşılaşmamızı sağlıyor. Her gün tekrara düşen biri, bir zaman sonra bilinçten uzaklaşır. Nitekim insan alışkanlıklarının müptelasıdır ve yaşadığı bu iptila hali içerisinde fiillerine düşünce eşlik etmez. Cüneyt Dal, alışkanlıklarının dışına çıkanların, yaşadığı sıkıntıları trajikomik bir şekilde anlatmasının yanı sıra tekdüzeliğin içinde savrulanların da hikâyesini de kaleme alıyor. Günlerin yeknesaklığı, alışkanlıklarının konforu içerisinde hayat süren biri için alışılmışın dışına çıkmak sancı sebebidir. Dal, “Kendi adıma, yaşamayı bilmediğimi itiraf edebilirim… Zaten insan aslında kaçamayan bir hürdür. Öyle bir hür ki elindeki en büyük yetkisiz yetiyi; intiharı dahi gerçekleştirdiğinde kaçmış olmaz bir şeylerden. Ancak kader içindeki kaderini yaşamış olur zavallı bir şekilde. Bilmem hata mı ediyorum böyle düşünmekle…” şeklinde ifade edilen hür olma durumu, alışkanlıkların içinde hür; tuhaflıkların içinde ise tedirgin olan kimselere adeta Ferîdüddin Attâr’ın şu sözünü hatırlatıyor: “Âlemi ve içindekileri şaşkın şaşkın seyrederken kısacık ömür tükendi. Yarana ne zaman ilaç süreceksin?”
“Koltuk, Adam ve Diğer Eşyalar” isimli hikâyede evinde tek başına günlerini geçiren ve eski günlerin özlemini duyan bir adamın hali ile karşılaşıyoruz. “Sessizlik adamın bir parçasıydı. Adam da koltuğun, kahve ise adamın… Bu durumda sezgisel matematik, şunu söyleyebilir miydi: Adam, evdeki eşyalar arasında en sessizlerinden sadece biriydi.” ifadesinde hayata mağlup olan adam, bana Atâullah İskenderî Hazretlerinin şu sözünü hatırlattı: “Eşyadan eşyaya seyahat edip durma. Kendine uzaktan bakmayı öğren. Bir dolap beygirine benziyorsun. Öyle ahmak, öyle hüzün verici.”
Kitapta en beğendiğim hikâyelerden biri de “Kırılgan Ayna” idi. Hikâyede eşyaların dilinden insana dair çıkarım yapan Cüneyt Dal, insanın “şey”lere menfaati nispetince değer verdiğini köşe lambasının şu sözleriyle okuyucuya aktarıyor: “İnsanlar sadece biz eşyaları değil, birbirlerini de bir işe yaramadıkça sevmiyorlar.” Görmezden geldiğimiz güzellikleri fark ettirmek için ise aynayı konuşturuyor: “İnsanlar bana bakıyorlar, evet; ama görmüyorlar beni. Bunun nasıl bir duygu olduğunu tahmin edebiliyor musun?” Yazar, küçük bir kız çocuğunun aynayı yalnızca ayna olduğu için güzel görmesiyle başka bir boyut kazanan hikâyesinde, modern dünyanın materyalist yaklaşımının eleştirisini de yapıyor. Ayna ilk defa karşılaştığı bu durumdan çok etkileniyor ve hissettiği bu duygunun ne olduğunu bulmak için bilge kitaplığa danışıyor. Ayna, “aşk” kelimesinin ne olduğunu kitaplığa sorduğunda şu cevabı alıyor: “Birinin, seni sırf sen olduğun için çok ama çok sevmesidir. Yahut senin, birini, sadece o olduğu için çokça sevmen…” Olayın üzerinden yıllar geçiyor. Ayna, geçen onca zaman zarfında kız çocuğunu bir daha hiç görmüyor. Yıllar sonra hiç beklenmedik bir şey oluyor ve aniden odaya giren biri aynanın karşısına geçip üstüne başına hızla çeki düzen verdikten ve makyajını yaptıktan sonra geldiği gibi çıkıp gidiyor. Odadaki sessizlik ayna haricindeki eşyaların “Ne kadar güzelleşmiş” sözleriyle bozuluyor. Ertesi gün odaya giren ev sakinleri: “Tüh, ne de güzel aynaydı. Kırıkları da her yere dağılmış…” derken kitaplığın dilinden ise şu sözler dökülüyor: “Aşk… Aşk… Ne gizemli ve güzel… Ne acı ve zor… Ne kadar karanlık ve ne kadar parlak…”
Oğuzhan Yılmaz
1 Yorum