Eskilerin tabiriyle insan mümkinatı kendisinde toplayan demekmiş. Yani kâinatta bulunan her şey yalnız insanda vardır. Şeyh Abdullah Dihlevi’nin ifadesiyle eğer insan olarak doğmuş isek bir şekilde hakikatımızın sırrını araştırmalı veya bu yolda en azından bir gayretimiz olmalı. Âcizane bir şekilde Osmanlı Edebiyatı’nın ulu şairlerinden Şeyh Galib Efendi bu durumu; “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen, Mürdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” diyerek belirtmiştir. Günümüzde sahip olduğumuz insani değerler her geçen gün erimekte ve azalmakta iken masivaya olan ilgi bizleri cezbederek dünyevileşme ve maddileşme yoluna sürüklemektedir. Kendi adıma bir su katresi olarak bulunduğumuz kabın şeklini aldığımıza inanıyorum. Temiz ortamda bulunuyorsam bu saf kalmama sebebiyet verirken, kirli yerlerde dolaştıkça ruhumuzun da pislendiği bir gerçek.
İnsan ruhunu okşayan ve gıdalandıran şeylerin başında gelen hiç şüphesiz evliyaların gönle işleyen sohbetleri ve sözleridir. Bu meclislerde bulunmuyor olsak bile onların her biri inci tanesi güzelliğinde olan sözlerini pekâlâ bazı kitaplardan okumamız mümkün. Özellikle bu konuda geçenlerde rastladığım bir kitap oldukça dikkatimi çekti. Şeyh Abdullah Dihlevi’nin Semerkand Yayınları’ndan çıkan ve Rauf Ahmet Müceddidi’nin tercüme ettiği “Marifet Deryasından İnciler” tam olarak böyle bir eser. Kitap adeta büyük mutasavvıf Şeyh Sadi Şirazi’nin Gülistan adlı eserini andırıyor. Tasavvufun herkesçe anlaşılamayan inceliklerini anlatmakta ve bize anlaşılması noktasında güçlük çektiğimiz konulara açıklık getirmekte. Eseri okuduğumda tasavvufla ilgili birçok daha önce hiç duymadığım örneklere ve açıklamalara rastladım. Kitabı okuduğunuzda tasavvufun özünün aslında ayet ve hadislerle de ne kadar bağlantılı olduğunu rahatlıkla görüyorsunuz.
Marifet kaynağı; Dihlevi’nin Meclisi
Salih kimselerin sohbetinde bulunan, onlar gibi salih olurmuş. Hani derler ya kişi sevdiğiyle beraberdir, insanın diğer âleme geçse bile bu beraberliğin her daim süreceğine inananlardanım. İşte Dihlevi hazretlerinin meclisi de böyle bir dost ve sevgi meclisi imiş. Bir öğrencisinin belirttiğine göre; “Onun meclisi bir sükûn ve huzur meclisiydi. Orada; fakir, zengin, sultan, köle herkes aynı şekilde ilgi görürdü. O mecliste hiç kimsenin gıybeti yapılmazdı. Arkasından konuşulmazdı. Onun irşad ve sohbetinden herkes kabiliyet ve istidadı kadar nasip alırdı.” Aslında gerçek dünyada da böyle galiba, hani Mevlana hazretleri siz ne kadar anlatırsanız anlatın karşı taraf kaşığı ölçüsünde sizi anlar der ya, Dihlevi hazretleri de bir derya, okyanus olduğu için onu tam manasıyla anlamak pek olanaklı değil sanırım.
Kitapta çok ilginç bir örneğe rastladım. Efendi Hazretleri bir gün meclisinde sohbet ederken iki kişinin Hindistan sultanını çekiştirdiğini görmüş. O günde Dihlevi hazretleri oruçluymuş. Yanındakilere aniden “Eyvah orucum bozuldu” diye söylemiş. Oradakiler aman efendim gıybeti yapan siz değilsiniz deyince, “Gıybeti yapan da onu dinleyen de günahta ortaktır” hadisiyle karşılık verir. Bu olayı okuyunca onun meclisinin ne kıymetli ve cennet ehli olduğunu ister istemez anlıyorsunuz. Mecliste sadece tasavvuf ehli zatların şiir ve ilahileri okunurmuş. Öğrendiğim kadarıyla Dihlevi hazretleri de bizim Mevlana Hazretlerini ve Mesnevi’yi pek severmiş. Yalnız temkin ehli olduğundan cezbelenip semaya kalkışmazmış.
Nakşibendiye yolunun incelikleri
Şeyh Abdullah Dihlevi hazretlerine göre bu yol kısaca dört şeyden ibarettir. Birincisi; “bi-hateregi” yani kalbi dünyevi, işlerden uzak tutmak, ikincisi; huzurun ve agâhlık halinin devamlılığı, üçüncüsü herkesin bildiği cezbeler ve sonuncusu da vâridat yani kalbe gelen ilhamdır. Buyururlardı ki büyüklerin tamamına göre vilâyet mertebesinin kemali, kalbe masiva düşüncesi getirilmemesi ve kalbin teveccüh ve şühudda Allah Teâla’ya meleke kazanmasıdır. Kısaca hazret kalbi gereksiz şeylerle meşgul etmenin bizi menzilimizden uzaklaştıracağını da söylüyor.
Abdullah Dihlevi hazretleri mübarek sohbetlerine devam ederken bu konuda şöyle bir şeyde buyurdular: “Göğsümden başıma kadarki kısım saf bir levha gibidir. Allah’tan başka bir şey ve masiva hayali aklıma gelmez.” Efendi hazretleri zahirde bir kimseye baksa bile Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin ahvali gibi bir hitap görürmüş. Burada farsça bir beytinden alıntı yapılmıştı. “Ben kafiye düşünüyorum. Oysa sevgilim bana, ‘beni görmekten başka bir şey düşünme ’diyor.” Burada kafiye ile kast edilen şey sanıyorum ki yine kalbi Allah dışında meşgul eden bütün uğraşlar.
Kitapta özellikle bu yolun inceliklerine dair; peygamberlerin ve velilerin feyzinden nasiplenmek, kalbi uyanık tutmak, aşığın belaya müptela edilmesi, mürşidin inayeti, teveccüh ve nispet, rabıta, mahbubun aşkı, mürşidin evladının kıymeti, kötü sıfatların güzel sıfatlara dönüştürülmesi, benlik duvarlarını yıkmak, masivanın kaybolması, Hak’tan gelene razı olmak, Resulullaha (s.a.v.) bağlılık vb. gibi konular oldukça açıklayıcı ve gönlü tatmin edici örnekler verilerek anlatılmış. Bu kitapta anlatılan konular insanın aklından çok gönlüne işlediğini düşünüyorum.
Arif Akbaş