Türkiye’de, tarihi metinler üzerinde sistemli bir eleştiri geleneği henüz oluşmadı. Uzman tarihyazıcılığında “yıkıcı” eleştirilerin eksikliği, ortaya çıkan eserlerin hata ve yanlışlardan temizlenip, güçlendirilmesini engelleyen en önemli etkendir. Tarih üzerine yapılan çalışmaların gerçeklik düzeyi, sistemli olup olmadığı, kaynaklarda tahrif ve tahfif yoluna gidilip gidilmediği tarih okurlarının ilgisini çekmiyor. Hakan Erdem’in ifadesiyle, cep telefonun, i-podun, arabanın en iyisini arayan, bir bilene danışan, kılı kırk yaranların, konu tarihe geldiğinde aynı ciddiyeti göstermediğini görüyoruz. Tarihçilerin isimlerine ve duymak istediklerimizi söyleyip söylemediğine dikkat kesiliyoruz. Haliyle adına tarih dediğimiz, fakat masal kitaplarını aratmayan cinsten eserler bu şekilde piyasada yer buluyor.
“Okuduklarımızı aklın süzgecinden geçiriyor muyuz? Yoksa meşrebimize göre en yakın kuyumcu dükkânının rafında gördüğümüz ilk bileziği kolumuza takıyor ve haylice bir zaman, belki de ömrümüz boyunca hiç çıkarmıyor muyuz?” sorularını soran Erdem, “Senin aklın sana, benimki de bana” şeklinde cevap verenler üzerinden kitabın çıkış noktasına göndermede bulunarak “İşte bu eleştiri ortamından uzak bir şekilde tarih metinleri üretilirse ortaya çıkabilecek sonucu irdelemek” olduğunu söylüyor.
Tarih-Lenk’in giriş bölümünde bahsedilen ve yazma eserlerde yer alan bir ifade var. O ifadenin günümüz eserlerinde yeniden canlanması sanırım çok güç. Ancak eleştiri kültürünün bir zamanlar nasıl işlediğinin güzel bir örneği olarak zikretmeye değer. Abdurrahman Zarirî’ye ait olan Tafsilü’l-Tarîkü’l-Mukarrabîn ve Sebîlü’l-Müttebaîn isimli eserin önsözünden: “İhvan-ı mümininden mercudur ki bu kitâbın sehvine muttali olurlarsa kalem-i nâsıh ile ıslah idüb zeyl-i merhamet ile setr ideler.” (Kitapta yanlış olduğunu gören mümin kardeşlerimiz hatayı düzeltsin ve merhamet eteği ile bu yanlışı örtsünler.)
Birinci Bölüm: Sadeleştirme İncileri ve İncelikleri
Hakan Erdem, sadeleştirilmesi yapılan metinlerin ne gibi sorunlara yol açabileceğini tartışarak başlıyor. Basit gibi görünen sadeleştirme işinin makul bir sınırının olması gerektiğini vurgulayarak, metni anlaşılır hale getirmek isterken olduğundan farklı bir hale getirme tehlikesine dikkat çekiyor. Ne de olsa “Kayseri tımarlı sipahilerinden Şehsuvar Bey”i “Kayseri tarımsal-askersel işletmeleri yöneticilerinden atlı Bay Şehsuvar” şeklinde sadeleştirmeler görmek ihtimal dâhilinde… Bu şekilde yapılan sadeleştirmeler metni bozduğu gibi okuyucuyu da dönemin havasından uzaklaştıracaktır. Böylece “mülazım-teğmen”, “reis-ül küttab-sekreterlerin başı”, “sadrazam-en büyük göğüs” gibi olmayacak anlamlarla karşılanabilir. Kitaptaki örnekleri görünce, bu kadar da olmaz demekten kendimi alamadım.
İkinci Bölüm: Çevriyazı Hoşlukları
Hatalı sadeleştirme sorunlarının önüne geçmede alternatif bir çözüm olan çevriyazı, metinlerin olduğu gibi çevrilip, sadeleştirme yoluna gidilmeden yazılması faaliyetidir. Ancak sadeleştirmede yapılan hataların daha beteri çevriyazıda karşımıza çıkıyor. Burada çeviriyi gerçekleştiren kişinin, dile hâkimiyeti söz konusu olduğu için çoğu zaman sorgulama gereği duymayız. Sebebi de muhtemelen çeviriyi yapan kadar dile hâkim olmadığımızı düşünmemizdir. Hakan Erdem, “Çeh”i “haç”, “Vulkoğlu”nu “Velekoğlu”, “sıyub”u “soyub”, “Yanko’yu “Niko”, “cevşen”i, “cûşen”, “süğü”yü, “sekü”, “Lalanız Saruca”yı “Lâlâgöz Saruca”, “döymeyüb”ü “duymayub”, “Malkoçoğlu”nu “Lekomaçoglı” şeklinde okunduğunu naklediyor. Kasıtlı ya da kasıtsız yapılan bu kelime hataları, elimizdeki çevriyazı metinlere şüphe duymamız için yeterli sanırım.
Üçüncü Bölüm: Hatalar, Yanlışlar, Bilgisizlik, Bariz Cehalet ve Bilgiçlik
Cahillik nedir ve cahil kime derler? Okuma-yazma konusunda cahil olanın şifalı bitkilerde uzman olması, mikro cerrahide uzman olanın tarihte cahil olması gibi durumların izahını cahillikle ilişkilendirebilir miyiz? Hakan Erdem bu durumu şöyle açıklıyor: “Cehalet, öğrenebilecek ve bilebilecek konumda ve durumdayken kendi bildiğini ilan ettiğin konuda bilmemektir…”. Erdem, cahilliğin tanımını bu şekilde yaptıktan sonra, tarihi metinlerde tespit ettiği hataları ortaya koyarak ilerliyor. Vereceğim örnek, ünlü bir tarihçinin, yüzbinlerce satan eserinde bulunan hatalardan yalnızca birisi. Sultan II. Abdülhamid hakkında sorulan genel bir soruya verilen cevapta geçen ifade şöyle: “…, II. Abdülhamid’in azlini gaye edinen bir hareketti.” Hakan Erdem bu cümlede bulunan kritik hatayı şu ifadelerle düzeltmiş: “Muhteremler, Osmanlı Padişahları bir üstleri tarafından bulundukları yere atanmış olmadıkları için azl edilmez hal’ edilir.” Cımbızla çekilmiş bir hata gibi gözükse de dikkatli okurlar dışında bu tarz hatalar kolay kolay fark edilmeden okunuyor ve kabul ediliyor. Üstelik bu hataların, alanında isim yapmış yazarlardan vaki olduğunu düşünürsek meselenin ne kadar can sıkıcı olduğunu anlayabiliriz.
Dördüncü Bölüm: Referans Verme ve Referanssız Metinlerin Sorunu
Akademik yayınlarda referans göstermek ahlaki bir meseledir. Referans, yazılan metnin kaynağını hem test edilebilir hem de geliştirilebilir hale getirme açısından önem arz eder. Çalışmada şeffaf olmanın bir diğer özelliği ise kullanılan kaynakların, her araştırmacının zihninde farklı yorumlara kapı aralamasından kaynaklanan durumu tespit etmeyi okur açısından mümkün hale getirmektir. Böylece ele alınan metnin geçerliliği tartışılabilir hale getirilir. Referans kullanılmadığı durumlarda ise yazılan metinlerin güvenilirliği kaybolarak, ciddiyetini kaybeder. Üstelik yazdıklarınız bir iddia taşıyorsa durum daha da karışık hale gelir. Bu bölümde referanssız yazılmış eserlerin açtığı sorunlara yer veriliyor.
Beşinci Bölüm: Aynı Yazarlar, Değişik Metinler: Muhtelif Edisyonlar
Bir eserin düzeltilerek yeniden yayımlanmasına baskı, herhangi bir değişiklik yapılmadan yeniden yayımlanmasına ise basım denir. Ancak ülkemizde bu ayrımın pek dikkate alındığını söyleyemeyiz. Burada bir bilgisizlik söz konusu olabildiği gibi kasıtta söz konusu olabiliyor. Beşinci bölümde örnek verilen hatalar, kasıtlı yapılan durumları kapsıyor. Popüler tarihçilerin satışı yüzbinlere varan eserlerinde görülen bu durum, geldiği nokta itibariyle gerçekten üzücü… Aynı eserlerin farklı yayınevlerinden farklı isim ve kapaklarla tekrar yayımlanmasını nasıl açıklayabiliriz? Okura saygı göstermeden yapılan bu fiiller tamamen ticari maksatlı…
Altıncı Bölüm: Söyle Canım ne dersin? Bir İntihal Daha Var
“Adına ne dersek diyelim, bilimsel hırsızlık, ilmi sirkat, aşırma, araklama, kaldırma, apartma, kesme ve yapıştırma, haydi telaffuz edelim, intihal, yani başkasının kelimelerini, cümlelerini, makalesini, kitabını, araştırmasını, fikirlerini, teorisini, verisini, kaynaklarını yürütmek dehşetli bir iştir.”
İntihalin kibirden, acelecilikten, iş bilmezlikten, acemilikten ya da kasıtsız bir şekilde ortaya çıktığı durumlar olabilir. İntihalin önüne geçmek için çeşitli yöntemler olsa da, en yapıcı yol “yıkıcı” eleştiri kültürünün devam ettirilmesidir. Lâkin kendi aralarında sıkı bağları olan kimi akademik çevrelerin böyle hassasiyetlerle işleri olmadığı gibi gelen tepkilere de verecek bir cevapları olmuyor. Yani vurdumduymazlık gösteriliyor. Tarih-Lenk’in bu bölümünde fütursuzca yapılan intihalleri ve türlerini işleyerek, âdeta vasat bir okumanın nasıl yapılacağını ortaya koyduğunu görüyoruz.
Yedinci Bölüm: Uydurma Metinler
İntihalin en ilginç yöntemlerinden birisi olan uydurma metinler, okuyucusunu şaşırtmasa da tarihçileri hayli şaşırtmaktadır. Yazarın kendi metninde, kendisinden çalma cümlelere yer vermesini anlamakta güçlük çekiyorum. Düşünün ki bir yazı yazdınız ve yazınızın bir bölümünde kullandığınız cümleleri alıntı yapar gibi tırnak içerisinde gösterdiniz. Yani kendinizi desteklemek için cümleler uydurup, bunu çaktırmadan geçiştirerek yazınızın gücünü artırdınız. Olacak iş değil doğrusu. “Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri” kitabı bu duruma örnek gösterilebilir. Eser üzerinden ciddi bir tahkik çalışması yürüten Hakan Erdem, bu bölümde bahsi geçen eserin nereden-nereye ve ne şekilde yolculuk yaptığını detaylı bir şekilde ele alarak yıkıcı bir eleştiriye tâbi tutuyor. İlmek ilmek örülen bu uydurma eserlerin hayat hikâyelerini okumak öğretici olduğu kadar hayretimizi de artıyor.
İbrahim Orhun Kaplan
4 Yorum