Künye: Kuşlarla Sohbetin Şartları, Ahmet Murat, Ketebe Yayınları, 1. Baskı, 2018 Eylül, İstanbul.
***
Türkçeleri şekerli, hafif baharatlı ve nasıl denir, biraz gevrek. Çıtırdıyor, pişmiş hissi veriyor. “Hörmet” ediyorlar, “iktiza eder” diyorlar, “sevmişti zahir” gibi Tanzimat romanlarına layık cümleler kuruyorlar. Fotoğraf albümlerindeki yüzlerin birçoğu arşivlerde yer alası yüzler. Amca diye bahsettikleri isimler üzerine akademide tezler yapılıyor. (Sayfa 12)
Evet, hatıra. Onların, geleneksel dünyaya dair hatıraları var. Bu levhalardaki yazıları okuyamıyorlar ama yeniyetme bir hoca çıkıp da okuyuverdiğinde, yedi yaşlarının tel fırçalarla ovulmuş tahta merdivenlerinin kokusu, hac’anenin enam cüzünden yayılan lavanta kokusu burunlarını basıyor. Bu kokuya binip, “kültür ve medeniyetimiz” denilen kurguya değil, hakikaten yaşanmış bir hayata gidiyorlar. (Sayfa 12)
Molla Cami’nin Yusuf ile Züleyha’sından unutamadığım bir benzetmeyle, konduğu yerleri de güzelleştiren bir bahar gibi yürüyüp gidiyor. (Sayfa 25)
Halis niyet ve teslimiyet, imkânsızlıkları küçültmüş, küçük imkânları da büyütmüştü. Yani o yolculuğun azıkları, imkân ve güç, teknoloji ve konfor değil, o terkler ve o tercihler sayesinde tebellür eden irade, tevekkül ve muhabbeti. (Sayfa 25)
Burası, seneler evvel üzerinde bir miktar çalıştığım, hakkında bir tebliğ yazdığım bir dergâh: Anadolu ve Balkanlar’daki, Osmanlı görmüş son Şazeli dergâhı. Birkaç parça arşiv belgesi, üç-beş rivayet üzerinden izini sürdüğüm, küçük bir Balkan kasabasında yer alan, kasabadakilerin bile unuttuğu bir yadigâr. Üzerinde çalışırken, zihnimde ki Borges’vari kurgu, bana şöyle hissettirmişti uzun süre: Aslında böyle bir yer yoktu ve sanki ben elime geçen bilgi kırıntılarını bir bulmacanın parçaları gibi birleştirdikçe, bu mekân dünyada bir yer kaplamaya başlıyordu. Ama şimdi bir sabah vaktinde onun içindeyim. (Sayfa 28)
Arapça, Türkçe levhalar var duvarlarda: Ayetler beyitler, öğütler. Bir levha getiriyorlar, bir şiir yazılı. 1850’lerde, oradan geçen bir Osmanlı subayı, kim bilir hangi saikle, tekkenin şeyhlerine atıflar da içeren bir tarih kaydı düşmüş şiirde. Onu okumamı istiyorlar. O sırada zihnimde aradığım cümleyi bulmuş gibi oluyorum: Muhtemelen tekkenin dervişanından olan bir Osmanlı zabitine ait bu Türkçe şiir, Kosova’daki bu tekkenin duvarında, senelerdir okunmayı bekliyor. İşte bizim hayatımız. İşte bizim hayatımız: Derviş askerlerin, Balkanlarda bıraktıkları, yüz senedir okunmayı bekleyen Türkçe bir şiir. (Sayfa 29)
Şimdi, sen ey tarikat ehli kardeşim! Bir hayal kuralım birlikte: İstanbul’da, Konya’da, Kudüs’te, Kahire’de, Mekke’de, Medine’de böyle hacı konukevleri yapsa tarikatlar, cemaatler. Öğrencisi, yoksulu, garibanı ve parayı hayatta denkleştiremeyecek olan fukarayı ağırlasalar. Üç gün, beş gün. Nasıl ki Kudüs Özbekler Tekkesi’nde Nakşi derviş kaldığı gibi, derviş olmayan da kalabilmiş, hatta Bigiyef gibi modernist fikir ve hareket adamları pekâlâ ağırlanmış, Mevlevi dedesi gelip biraz takılmış. Benzer yerler açılsa. Tarikat müntesiplerimiz, geniş gönüllü, hizmet ehli, kafa dengi insanlar olduklarını gösterseler. Bunu yaparken de meşrep, mezhep, tarikat sormasalar. (Sayfa 33)
Onların yolu, bir masaldan gelmiş kadar uzun. Hecin develerine yükledikleri Çin ipeklerinin aralarındaki narin porselenler, Türkçe gibi, bir Uygur kızının Türkçesi gibi şıngırdıyor. (Sayfa 35)
Kudüs sokaklarında, her dilde Allah demenin pazarı kuruluyor. Taşlar bile seviniyor. (Sayfa 35)
Tüccarlar, bürokratlar, zanaatkârlar, âşıklar, hepsi bir araya gelirler, sadece kendilerine mahsus bir sırrı paylaşıp olgunlaştırmak ister gibi yüksek surların ve yalçın kapıların arkasında, bu kayadan şehrin sokaklarında buluşurlardı. (Sayfa 36)
Her şeyin bir miktar birbirine karıştığının farkındayım: Cezayir kökenli bir tarikatın, Afgan kökenli bir aile tarafından idare edilen dergâhında, İskoç kökenli bir yazarın kitabından Fas kökenli naneli çayı tanımış bir Türk olan ben… Ve olay mahalli yukarıdaki cümlede geçen yerlerin tamamından binlerce kilometre uzakta bir şehir. (Sayfa 37)
Aşığın yanmadığını söylemeye dilim varmaz. Başındaki dumana, açılmış yarasına, çektiği ah’a saygısızlık olur. (Sayfa 39)
Namazda selam verilince namazdan çıkılır, malum. Ariflerin namazında ise selamla çıkılmaz. Belki bir namazdan bir başka namaza, mesela fidan dikim namazına geçilir. Fidan dikim namazı esnasında da, kıyamet bile kopsa namaz bozulmaz, tamamlanır. (Sayfa 50)
Yine Kuzey Afrikalı bir kılavuz olan Udde bin Tunus Hazetleri dervişanına, “evet öyleyiz” cevabını almayı umarak, sıkça şu soruyu sorarmış: “Mutlu musunuz?”(sayfa-54)
Peygamber reçetelerindendir: Yetim başı okşamak, hasta ziyaret etmek, kabristana uğramak, iyi gelir. Kalbe, demek istiyorum. (Sayfa 80)
Hepimizin bir şeyhe ihtiyacı var. İnsan dersine, insan kitabına ihtiyacımız var çünkü. (Sayfa 81)
Bir şey daha: Gelenek, en sekülerlerimizin, en modernistlerimizin dahi, mesleki bir yetkinliğe dikkat çekmek gerektiğinde başvurmak zorunda kaldıkları bir yapıdır. Bu başvuru, loncaya kabul ediliş, silsile, kemalat kazanma, icazet gibi geleneksel mesleki ve sülûki unsurlara açık ya da örtülü atıflarla biçimlenir. Çünkü burası bir İslam yurdudur. (Sayfa 102)
Aktaran: Ahmet Yusuf Çetin