Küçük bir çocukken ilk dini bilgilerimin çoğunu aile büyüklerinden dinlediğim tasavvufi hikâye ve kıssalardan öğrenmiştim. Yüzlerce yıldır kadim Anadolu coğrafyasında insanların ahlakını şekillendiren tasavvuf edebiyatı her daim büyük bir ilgiyle okunmuş ve anlatılmıştı. Bu eserlerin çoğu İslâm irfanındaki derinliği fazlasıyla yansıtıyordu. Eskiden beri okuma ve dinleme aşinalığım olan bu tip eserler benliğim ve bugünkü kişiliğimin oluşmasında önemli bir etkiye sahipti.
Rahmetli dedemin Fatih Medreselerinde yetişmiş olması hasebiyle Arapça ve Farsça’yı akıcı bir şekilde konuştuğunu hatırlıyorum. Dini konularda anlamadığım meseleler olduğunda sık sık onun bilgisine danışırdım. O da anlaşılması müşkül olan meselelere dair -halk diliyle anlatmayı sevdiği için olacak- öyle ayrı bir sanat anlayışını benimsemeden mutasavvıf şair ve yazarların yol gösterici eserlerinden hareketle bir takım esrarengiz hikâyeler anlatırdı.
Kuşların diliyle tanışmam
Azatlı Köyü’nde güzel bir yaz günüydü. Kerpiç evimizin önüne harman zamanı olduğu için buğday başakları serilmiş ve envai çeşit kuş bu yığıntının çevresinde uçuşup nasipleniyordu. Kimler yoktu ki? Serçeler, guguk kuşları, sinsi bir saksağan, küçük bir karga çetesi, uzaktan burayı süzmekte olan bir leylek ve masumiyetin simgesi olan güvercinler… Çocuk aklıyla güvercinlerden birini yakalamak istedim ve yakalarken de türlü hayaller kuruyordum. Evin ambarında bulduğum eski bir elek, ip ve bir sopa parçası vasıtasıyla tuzak yaptım. Nice uğraştan sonra beyaz bir yabani güvercin yakalamıştım. Ve o günden sonra kalburun altında bu güvercine bakmaya başladım. Dedem bu olayı öğrenince, kuşu serbest bırakmazsam esaret ve üzüntüden ölebileceğini söyledi. Ve ekledi “Onun dilinden anlasaydın, böyle bir şey yapmazdın” dedi. Yanılmıyorsam bir hafta falan geçmişti. Bir sabah korkulu düşlerle uyandığımda bu kuşçağızı o eski eleğin altında ölmüş olarak buldum. O kadar üzüldüm ki, bazen bu olay aklıma geldiğinde hâlâ kendimi affedemiyorum. Vicdanımın asla rahat olmayacağını da maalesef çok iyi biliyordum. Dedem, bu olaya bir hayli üzüldüğümü anlayınca bana kütüphanesinden eski bir kitabı hediye etti. Bu kitabın ismine baktığımda hiçbir şey anlamamıştım. Kitabı Farisî bir yazar olan Feridüddin Attâr yazmış ve başlığı ise Mantıku’t Tayr idi. Öğrendiğime göre kuşdili ve kuşların hikâyeleri ile doluydu kitap.
Dedem bu beyaz güvercinin bir ailesi belki de bir sevdiği eşi olabileceğini ve benim onu sevdiklerinden ayırdığımı söylemişti. İleride böyle bir hadisenin bir ceza olarak başıma gelebileceğini de ekledi. Hakikaten yılar sonra bu olayın cezasını fazlasıyla çektiğime inanıyorum. İnsan er geç yaptığı kötülüklerin cezasını ödüyordu velhasıl. Yıllar sonra bu kitaba kitapçılar çarşısında yeniden rastladım. Mantıku’t Tayr’ın son tercümesini Semerkand Yayınları (Gökhan Çetinkaya tercümesi) anlatı serisi içinde görünce hiç tereddüt etmeden satın aldım. Kitabı eve gidip sakin kafayla tekrar baştan sona okudum. Şunu fark ettim: Attâr, manevî aşkın şevk ve zevkinden yola çıkarak tasavvufun inceliklerini kuşların diliyle sembolik bir şekilde açıklıyordu. Şark klasikleri arasında yer alan bu kitap son derece sade üslubuyla; aşk, sadakat, teslimiyet ve en önemlisi merhamet konusunu kalbimizin derinliklerine kadar işliyordu. Yıllar önce kaybettiğim bu güzel hisleri bana tekrar hatırlatıyordu. Eserdeki Hüdhüd’ün diğer kuşlara rehberlik etmesi Mürşid-i Kamil’i simgelerken, Simurg ise gerçek aşkı yani Hak Teâlâ’nın kendisine işaret ediyordu. Bunları okuyunca bir kuş misali kolum kanadımın kırıldığını hissettim.
Mantıku’t Tayr’ın konusuna dair
Kuşlar kendi aralarında toplanıp bir meclis kurmuşlar. Ve hiçbir ülkenin padişahsız olamayacağını, padişahsız bir ülkede nizam ve intizam kalmayacağını belirtmişler. “Aralarında bulunan ve mürşidi temsil eden, Süleyman Peygamberin mahremi ve postacısı Hüdhüd bu konuda onlara yol göstereceğini söyler. Hüdhüdün öncülüğünde toplanırlar.”(s.25) Fakat yolun uzak ve sıkıntılı olduğunu anlayınca bülbül, papağan, tavus, kaz, keklik, hüma, doğan, balıkçıl, baykuş ve diğer bazı kuşlar birer mazeret ileri sürerek yolculuktan vazgeçmek isterler. Hüdhüd kurulan bu kuş meclisinde hepsine bir cevap vererek onları ikna eder. Sonunda tüm kuşlar ikna olunca mürşit Hüdhüd’ün kılavuzluğunda yola koyulurlar. Yolculuk sırasında bitap düşen bazı kuşlar şüphelerinin giderilmesini isterler. Hüdhüd, her bir soruya mantıklı izahatlar getirerek cevap verir. Böylece tekrar yola çıkarlar. Hedefleri Simurg’a yani aşka ulaşmaktır. Anlatılan hikâyelere göre talep, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret, fakr-u fena denilen yedi vadi bin bir meşakkatle aşılır.
Bu sıkıntılı yolculuk sonunda nihayet Simurg tecelli eder. Fakat Simurg diye gördükleri kendilerinden başkası değildir. Simurg’ta kendilerini, kendilerinde Simurg’u görüp hayretler içerisinde kalırlar. Böylece yolculuk tamamlanmış ve amaca ulaşılmış olunur. Yıllar önce bir kafese hapsettiğim beyaz güvercin aslında kendimden başkası değildi. Ruhumda tıpkı benim beyaz güvercinim gibi bu ten kafesime hapsolmuş. Ve kurtarılmayı bekliyor. Nicedir bekliyor. Kafeste çok kalırsak, maalesef bir kuş misali can çekişiyor ve ölüyoruz.
Beyaz Arif Akbaş
1 Yorum