Künye: Kültür Dünyâmızdan Manzaralar, Dursun Gürlek, Kubbealtı Yayınları, 2012 Kasım, İstanbul.
***
Kitap meraklıları, kütüphâne sâhipleri, hayatlarının en zor günlerini, taşınma esnâsında yaşıyorlar. Yüzlerce, binlerce cildin nasıl nakledileceği, büyük bir problem olarak karşımıza çıkıyor. İki taşınma, bir yangına bedelmiş. (Sf. 12)
Şurası bir gerçek ki, eskiden bu kadar Türkçe hatâsı yapılmıyor, bu derece garâbet örnekleri sergilenmiyor, insanın kulak zevkini bozan telaffuz yanlışlıklarına günümüzde olduğu gibi, çok fazla rastlanmıyordu. Çünkü Türkçe sevgisi, gramer bilgisi, yazar ilgisi, dil nâmûsu tabiî ki Şemsiddin Sâmi’nin “Kamus”u az çok hükmünü sürdürüyordu. (Sf. 29)
İstanbul’da ilköğretim okullarının, liselerin büyük bir bölümü târihî şahsiyetlerin; paşaların, bilginlerin, şâir ve yazarların ismini taşıyor. Ne acı bir gerçektir ki, aynı okulların öğrencileri bu zatlar hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyorlar. (Sf. 59)
Meğer büyükannem, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın, siyasî konuşmalarını dua zannediyormuş, bundan dolayı “âmin âmin” deyip duruyormuş!… (Sf. 96)
Vaktiyle “Aşağı tükürsem sakalım, yukarı tükürsem bıyığım!” derdik. Şimdi ne sakal var ne bıyık! Tükür tükürebildiğin kadar! (Sf. 129)
Son zamanlarda yeni bir moda çıktı: Bâzı hâkimler yâhut aklı evvel bir takım yöneticiler, kitap okuma cezâları veriyorlar. Îdam cezâsını, hapis cezâsını, sürgün cezâsını biliyorduk ama kitap okuma cezâsını bu zamana kadar hiç duymamıştık. Böyle egzantirik tipler sayesinde “okuma”nın da ceza sayıldığını öğrenmiş olduk. (Sf. 167)
Bir ara Âkif, “Vahyi, şu mezar servilerini çok seviyorum. Üç şeyi ilk defa bulup yapanlara rahmet okuyorum: Birincisi mezarlıklara servi dikmek, ikincisi yemeklerin başında çorba içmek, üçüncüsü de uyuyacakların altına döşek sermek” diyor. (Sf. 206)
Cemaat hâlinde edâ edilen bir İslâmi ibadet, yâni namaz kadar ihtişamlı bir manzara olamaz. Bütün müminler hep berâber secdeye varıp alınlarını yere değdirdikleri anda kumsala gelip parçalanan dalgaların gürültüsü gibi bir ses yükselir. (Sf. 223)
Evet evet, bütün zâlimler, tekmil diktatörler aslında âciz ve zavallı mahlûklardır!.. (Sf. 226)
Başların ayak, ayakların baş olduğu bir memlekette, başlar aşağı eğilir, söz ayağa düşer. Başımızın dik durması için, ayağımızı sağlam zeminlere basmak gerekiyor. (Sf. 273)
Dâvâyı mânâ ile sağlamlaştırmak lâzımdır. Mânâsız lâf, gevşek bir dayanaktır! (Sf. 312)
“Sersem” kelimesi, bana bir anda ünlü yazarımız Ahmet Râsim’i hatırlattı. Üstad, bir gün, Kadıköy vapurundan boşalan kalabalığın arasında iskeleye çıkarken adamın biri kendisine çarpıyor, fena halde canını yakıyor. Özür dilemesi gerekirken, daha da küstahlaşıyor, “sersem” diye bağırıyor. Ahmet Râsim Bey, bu herif-i nâ şerifi, nereden tanıdığını çıkarmak istiyormuş gibi şöyle bir süzüyor, “Ne dediniz?” diye soruyor. Adam yine “sersem” diye bağırınca üstad, kendine yakışan bir incelikle, “Tanıştığımıza memnun oldum. Ben de Ahmet Râsim!” cevabını veriyor. (Sf. 362-363)
Gönüllerdeki yası, kulaklardaki pası gidermenin yolu, mâveradan gelen sesleri dinlemekten geçiyor. (Sf. 368)
Horuldamıyordum, uykuyu korkutuyordum!.. (Sf. 395)
Mesnevi’nin aslı altı cilttir, yedinci cilt uydurmadır. Hayret edilecek bir husustur ki, Mevlânâ’nın bu kadar sevildiğini, Mesnevi’nin böyle büyük bir ilgiye mazhâr olduğunu gören bâzı kötü niyetli kimseler, milleti kandırmak için, o büyük zâtın ağzından bir “Yedinci Cilt” uydurdular. (Sf. 422)
Aktaran: Muhammet Emin Oyar