Künye: Kovulmuşların Evi, Ali Ayçil, Timaş Yayınları, 2016, İstanbul.
***
Şu hiçbir yere kaydedilmemiş günlüğün yaprakları aralandıkça, bir kez daha, kurumuş bir çiçek gibi uyandığım, ruhumu insan içine çıkmaya ikna edemediğim sabahları hatırlayacağım. (sf. 9)
Ama dünya yine de bir kıymık gibi batıyor aklıma… (sf. 14)
Hep böyle birdenbire düşüp, tekrar tırmanmaya başlıyorum dünyaya. (sf. 16)
Kalp ve zaman, bende bulamadıkları ermişin acısını, yine benden çıkarmaya koyulmuştur; nasıl sarkmıştır yüzüm, gözlerim nasıl buğulanmıştır… (sf. 32)
Dünyadan el etek çekmek istediğimizde, karşımıza ilk çıkan yine dünya olur. (sf. 35)
Onun bir duruşu vardı ama bizim üzerimizde karar kıldığımız bir duruşumuz yoktu. O bütün olup biteni sakin, hoşgörülü, aynı zamanda derin bir bakışla seyrederken, biz dün lanet okuduğumuza ertesi gün methiyeler dizecek bir değişkenlikle geçirdik günlerimizi. O sırlarla doluydu, biz ise her bildiğimizi faş ediyorduk. (sf. 39)
İstediğimiz gibi bir hayat kuramadığımız, istediğimiz gibi bir bahçe yeşertemediğimiz için kendimize geçmişten bir ev yapar, girer orda otururuz. (sf. 42)
Benim zaferim, akşam eve dönerken bir çocuktan ödünç aldığım gülümsemeden daha fazlası olmadı. (sf. 43)
İnsan bir kere evinden çıkarmaya görsün hayatını, kendini herkesin ortasında sergilemeye görsün. (sf. 46)
Nereye gitseniz, karanlık çökecek; nerede gökyüzüne baksanız, hep aynı ışık damlasının içinde bulacaksınız kendinizi. Bana inanın… (sf. 49)
Hiçbir kitap, bir tek anın canlılığını getirip koyamıyor önümüze. Şu elimin altındaki sayfayı okuyup bitirdiğimde, dünya bir daha asla geri getirilemeyecek kadar başkalaşmış olacak. Şu elimdeki sayfayı okuyup bitirdiğimde, adını bilmediğim sayısız insanın ölümüyle doğrulacağım yerimden, benimle aynı mevsimi paylaşacak sayısız çocuk kundağa sarılacak. İçimizden hiç kimse, bu dağılan, parçalanan, çürüyen ve yeniden şekillenen hayatın sırrını bilgiyle çözemiyor. Bir ördeğin suda bıraktığı bir tek dalganın ömrü, ne çok ölümü yüzdürüyor beraberinde; pencereden yaşlı bir ele sızan ışığın huzmelerinde ne çok hayat parlıyor; bir çocuk ilk salınmaya başladığı yere döndüğünde, defalarca değişmiş oluyor yeryüzünün gömleği. Kimse, dünyanın bir tek ‘’an’’ını içine sığdırmayı başaramıyor. Aşka düşenler hariç… (sf.52)
Güze vardığımızda kendi çıplak gerçeğimize de varmış oluruz: Ölümlüyüz. Bu ağır ifşaatın tedirginliğiyle, kaybedilmiş masumiyetimizin, hiç yüz vermediğimiz vefalı yanlarımızın, çokça pörsüttüğümüz utangaçlığımızın peşine düşeriz. Pek insanca bir içgüdüyle, biraz sonra gerçekleşecek büyük ölümden önce, dünyayı kokmayan bir nefes, kirlenmemiş bir dudakla öpmeye can atarız. Bu yüzden, kimse saraylar inşa etmeye kalkmaz güzde, ivedilikle içindeki yıkılmış sarayların kalıntılarına göz gezdirir. (sf. 55)
Edebifikir