Şark-İslam klasiklerine karşı son günlerde ilgim bir hayli arttı diyebilirim. Yaklaşık bir haftadır Semerkand anlatı dizisinden çıkmış olan Ali Şir Nevâi’nin “Lisanü’t Tayr” yani “Kuş Dili” isimli kitabını okuyorum. Kitabı okurken bizim kültürümüzün daha doğrusu irfanımızın tasavvuf ile ne derece derinden ilişkili olduğunu ve bu kültürle yoğrulduğumuzu bir kez daha fark ettim. Eser aslında mürşid-i kâmili simgeleyen hüdhüdün diğer kuşlara rehberlik ederek onları Hak Teâlâ’yı simgeleyen ankaya (simurga) götürmek için onlara kılavuzluk yapışını anlatıyor.
Kitabı yazan Ali Şir Nevâi bizim edebiyatımızda Çağatay kısmının gelişmesinde önemli bir rolü vardır. Özellikle; Nesâimü’l-Muhabbet, Hamse, Hayret-ül-Ebrar, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Sab’a-i Seyyar, Seddî İskenderî gibi eserleri büyük bir boşluğu doldurmuştu. Bu romans ve mesneviler içinde en çok ‘Leyla ile Mecnun’u sevmiştim. Fuzuli’nin ki kadar güzel olmasa bile yine de konuyu yüksek bir sanat ve zevkle işlemesi ayrı bir renk katıyor. Ki burada pek dikkat edilmeyen bir şey var; Fuzuli mevzubahis eserini Nevâi’den etkilenerek yazmıştır. Eserin bende Özbekistan’dayken aldığım bir Özbek Türkçesi’nde yazılmış nüshası da mevcut.
Nevâi’nin doğuda Hindistan’a ve batıda Osmanlı imparatorluğuna kadar olan kadim alanda büyük bir etkisi vardı. Şair bu vasıflarıyla sadece Türkistan ve Türk dilli memleketlerde değil bütün dünyaya armağan ve hazine niteliğinde eserler kazandırmıştı. Bana göre bu tarz kitapları okumak gelenek ile bağları koparmamak adına son derece gerekli. Türkçe yazan bir şairin bu şiirlerle haşir neşir olmaması büyük ayıp. Bizde tâ Namık Kemal’den beri bu gelenek hor görülmüş ve haksız bir şekilde eleştirilmişti. Eski edebiyatın bütünüyle İran edebiyatı etkisi altında kaldığını iddia eden Namık Kemal, ‘edebiyat-ı sahîha’ (gerçekçi edebiyat) adına bu edebiyatı tamamen reddeder. Özellikle Harâbât mukaddimesi dolayısıyla Ziya Paşa’ya yönelttiği eleştirilerde divan edebiyatını “menfûr-ı tabiat” (doğallığa ters) olarak niteliyordu. Bu ise bizim Batı’ya ne derece angaje olmaya başladığımızın göstergesinden başka bir şey değildi.
Namık Kemal, Nevâi vb. şairlerin sembolik ve alegorik dilini haksız bir şekilde tenkit ediyor: “Divanlarımızdan biri okunurken insan içerdiği hayalleri zihinde canlandırsa çevresini maden elli, deniz gönüllü, ayağını Satürn tepesine basmış, hançerini Mars’ın göğsüne saplamış övülenler; gökyüzünü tersine çevirmiş de dağ diye göğsüne yapıştırmış, bağırdıkça göğün en yüce katı sarsılır, ağladıkça dünya kan tufanlarına boğulur, âşıklar; boyu serviden uzun, beli kıldan ince, ağzı zerreden ufak, kılıç başlı, mızrak kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı sevgililerle dopdolu göreceğinden devler, hayaletler âleminde sanır.” (Sazyek H. Sazyek E.; Yeni Türk Edebiyatı’nda Önsözler, Akçağ Y. s.187) Burada tartışma Ziya Paşa’nın “Harabat” eserinde Türk, Arap, Farisi, Çağatay sahasından seçtiği şiirler ve bunları bir antoloji olarak yayınlamasından sonra başlıyor. Namık Kemal bu kitabın içindeki şairleri âdeta sokak ağzıyla yazdığı “Tahrib-i Harabat” ile eleştiriyor. Bu aslında Cemil Meriç’in ifadesiyle kazların mabedin içine girip burayı pislemesinden başka bir şey değildi. Ki bu tavır Cumhuriyet döneminde daha radikal bir şekilde devam ettiriliyor.
Bu minvalde en garipsediğim eserlerden birisi de Abdülbaki Gölpınarlı Hoca’nın “Divan Edebiyatı Beyanındadır” isimli numunelik çalışmasıdır. Namık Kemal’in başlattığı edepsizliğin bence bu kitap son halkasını oluşturuyor. Gölpınarlı, sanıyorum ki belli bir ideolojik çevreye yaranmak için bu kitabı yazdı. Hatta Cumhuriyet döneminin en ideolojik tavırlı adamlarından biri olan Nurullah Ataç bile Gölpınarlı’ya isyan etmiş ve “Ayıp derler bu senin yaptığına, Abdülbaki!” demiştir.
Divan Edebiyatı Beyanındadır, Marmara Kitabevi’nce 1945 yılında İstanbul’da basılmış. Kitabın ilk baskısının bir örneğinin kütüphanemde olması beni bir hayli sevindiriyor. Yazarların başarılı çalışmaları dışında hezeyanları da ayrı bir değer taşıyor benim için. Baktım kitapta Gölpınarlı Nevâi için ne tespit yapmış: “On beşinci asırda Ali Şir Nevâi, Türkçenin Farsçadan daha geniş ve zengin olduğuna dair bir kitap yazar, fakat şiirlerinde terkipli, ağdalı bir dille İran şiirini taklit eder, İran şairlerinin tesirine kapılır, lirik veznine aldırış bile etmez, mecazlar saltanatına miskince boyun eğer; Fuzuli de onun yolunda gider. Bu suretle doğuda Nevâi ve Fuzûli, batıda Şeyhi ve Necati ile başlayan bu kopya edebiyat, asırlarca anlar anlamaz, tek bir zümrenin uydurma görüşünü, yalancı duyuşunu yapmacık bir dille ve yine ayni tek ve azlık zümreye tekrarlar durur! Hastadır bu adamlar, hepsi şatafat hastası. Hummalı bir hastanın hezeyanları arasında doğru ve güzel sözde bulunabilir..” (s.86) Bence Gölpınarlı’nın zihin yapısı hastalıklıdır. Ki yıllarca hasta olarak gördüğü bu adamların sırtından geçinmiştir. Bu yüzden onların geride bıraktıklarını yıllarca fütursuzca didiklemiş ve zamanın koşullarına göre yeri gelince yemek yediği kabı kirletmiştir. Bu tavır red-i miras değildir aynı zamanda işgüzarlık ve çocuğun geçmişine kabaca söz etmesidir.
Ali Şir Nevâi’nin kitabını okurken eserin son kısmının aynı Filibeli Ahmet Hilmi’nin “Amak-ı Hayal’inde olduğu gibi esrarengiz bazı kısımlardan oluştuğunu gördüm. Talep vadisi, aşk vadisi, marifet vadisi, istiğna vadisi, tevhit vadisi, hayret vadisi, fakr-u fena vadisi ve bu vadiler boyunca dinlediğiniz hikâyelerin hepsi insanı başka bir âleme taşıyor sanki. Üçüncü bölümde marifet vadisinde yazar “Körlerin Fil Tarifi” hikâyesini anlatıyordu. “Naklederler ki bir grup körün yolu Hindistan’a düştü. Sonra Allah’ın izniyle tekrar kendi memleketlerine döndüler. İçlerinden biri, ‘Fili gördünüz mü?’ diye sordu. Arkadaşları, evet deyince ‘Öyleyse buna delil getirebilir misiniz?’ dedi. Filin ayaklarına dokunan bu hayvan sütündür diyordu. Göbeğini elleyen hayır sütunsuzdur, hortumuna dokunan hayır bu ejder gibidir diyordu. Dişlerini elleyene göre ise fil dediğin iki uzun kemikti yalnızca. Kuyruğunu elleyen onun asılmış bir yılan olduğunu söylüyordu. Kulaklarını tutan ise bu hareketli bir yelpazedir demişti. Kısaca hepsi kör olduğundan fili ancak bu kadar tasvir ediyordu.” (s.164.) Aslında hepsi fili bildiği kadar anlatmıştı. Her birinin sözü farklı olsa da hakikatin en azından bir doğru yönünü görmüşlerdi. Körlerin bu sıfatları bir araya getirilse tabiî ki ortaya fil hakkında doğru bir tasvir çıkacaktı.
Bazen divan şairleri bu hikâye de olduğu gibi fili anlatmak için her parçayı sembolik bir dille işlerler. Bu konuda mazmun’ların ve remz’lerin sınırsız ifade özgünlüğünden yararlanırlar. Kendince her şair Büyük İskender’in askerlerinin Toros’lar da karanlık bir tünelden geçerken yaşadığı gibi bir parça taş alırlar. Tünelden çıkıp ışığa kavuştuklarında aldıkları bu taşların her birinin bir elmas olduğunu görürler. Dolayısıyla şairin buna benzer şekilde yaşadığı deneyim bana göre son derece orijinaldir. Hepsi benzer yollardan benzer yöntemlerle geçse de elde ettikleri cevherler farklı kıymetlerde olmaktadır. Rahmetli Gölpınarlı’nın bunda nasibi yoksa diyebileceğimiz çok fazla bir şey de yoktur.
Beyaz Arif Akbaş