Korkunun Halleri ya da Mezarlıkta Birkaç Ay

Çocukken, kendime korkulacak bir şeyler bulmakta çok mahirdim; karanlık, örümcekler, ismi-cismi bilinmedik akıl sır ermez yaratıklar… Bir gün babamın canına tak etmiş olacak ki aldı beni karşısına ve başladı anlatmaya:

“Ulan oğlum, ne diye korkuyorsun çerden çöpten? Erkek adamsın. Ben senin yaşındayken gece dağda yatar, ay ışığında gölgemi kendime yâr edinirdim. Bazen gördüğünün ardını aramayacaksın. Çoğu zaman gördüğün, o gördüğünden ibarettir. Otsa ottur, karanlıksa karanlık. Bu kadar basit! Beyninin seninle oynamasına fırsat verme. Karanlık, köpek gibidir. Ondan kaçarsan veya senin ondan korktuğunu sezerse saldırır. Çünkü sen, o halinle ona, ben kolay lokmayım, demiş olursun aslında.”

Bu adama hayrandım. Ne kadar da güçlüydü ve korkusuz. Annem hep derdi benim için; kime çekti bu çocuk, diye. Ben de sorardım bu soruyu kendime. Çünkü çocukluğuma tanık olanlardan da dinlediğim üzere suratım hep bir şaşkınlık ve hayret hali içerisindeymiş. Doğrudur… Hayata dair ne varsa onları öğrenmek, oldukça şaşırtmıştı beni, diye hatırlıyorum.

Neyse, babamı dinliyordum o gün. Girizgâhın ardından hâlâ unutamadığım şu hikâyeyi, işte o gün anlatmıştı:

“Eski zamanlarda elektrik falan yoktu köylerde. Erkeklerin tek eğlencesi, televizyon olmadığından kahvehanelerde muhabbet etmekti. Yine bir gün oturmuş birkaç kafadar köy kahvehanesine, konuşuyorlarmış. Herkes, masadaki en cesur, en korkusuz kişi olduğunu iddia ediyormuş. Sonunda biri, ‘Peki o zaman, kim şu cinlerin kol gezdiği köy mezarlığına gece gidip bir süre orada vakit geçirebilir?’, diye bir soru atmış ortaya. O kalıplı köy erkekleri, sus pus olmuşlar; çünkü o mezarlık hakkında, onlar da küçüklüklerinden beri bir sürü korkunç hikâyeler duymuşlar. Masadaki herkes, cesaret edemeyeceğine dair bir şeyler söylemiş. Bizim köyde öyle bir erkek yok, diyerek birbirlerine hak vermişler. Sonra, kahvehanenin köşesinden bir ses duyulmuş: ‘Yuh sizin kalıbınıza!’ Bu ses, köyde sessizliğiyle bilinen bir adama aitmiş. Kenarda kendi halinde gazete okuduğundan, başından beri muhabbeti dinlemişmiş.”

“Demiş ki adam, ‘ulan koca koca adamlarsınız be, ne diye çocuklar gibi korkuyorsunuz böyle şeylerden. Neymiş, cinmiş de hortlakmış da bilmem ne… Ben var ya, o mezarlığa gecenin ortasında gider, oturur, bir de cigara sarıp yakarım. Sonra da çekip giderim eve, mışıl mışıl uyurum.’”

“Gülmüşler masadakiler. Çünkü o mezarlıktan sesler duyulur, etrafında gölgeler görülür, dilden dile anlatılanlar, kuşaktan kuşağa aktarılırmış. Adamın, ya yürek yediğini, ya cesaret iksiri etkisi yapan bir şeyle sarhoş olduğunu falan iddia etmişler. Adam, yanlarına gelmiş, birkaç matematik sorusu çözerek aklının, tezgâhtan masaya ağzına kadar dolu çay bardaklarını dökmeden getirerek de bilincinin açık olduğunu ispat etmiş. Şaşırmışlar bu sefer, ‘Hakikaten bu dediğini yapabilir misin?’, diye sormuşlar. Adam da gayet sakin, çocuk oyuncağı, diye karşılık vermiş. Biri, yedirememiş bu işi kendine, erkekliğine. ‘Yalan söylüyorsun!, diye haykırmış ayaklanarak ve eklemiş, ‘sen bu işi yap, benden sana beş tavuk’. ‘Hay hay’, demiş adam. Öbürü gaza gelip, ‘ulan benden de yepisyeni bir el arabası’, demiş. Beriki, ‘koca bir sepet yumurta’, diğeri, ‘bir kilim’ vadetmiş. Velhasıl her biri, birbirini gaza getirmiş ve iddialaşma büyümüş.”

“Adam, sırıtmış da sırıtmış, göbeğini kaşıyıp gelecek kilimin, tavuk ve yumurtaların hayalini kurmaya başlamış. Onun bu halini görünce diğerleri, kesin bir hinlik düşünüyor, bu herif bize bir oyun edecek, bir hile ile mezarlığa gitmeyecek ama gittim diyecek, bizden de tüm vadettiklerimizi alacak, diye düşünmüş olacaklar ki şart koşmak istemişler. Biri şöyle demiş: ‘Ne bilecez senin gece mezarlığa gittiğini? Sonuçta biz orada olmayacaz ki!’ Öteki şöyle karışmış söze: ‘Bize bir işaret göstermen lâzım ki bilelim kesinkez gidip gitmediğini.’ Diğeri de şu ihtimal üzerinde durmuş; ‘Haaa’, demiş, ‘öyle mezarlık diye kıyıdaki köşedeki bir yerde kalmak yok ha, ona göre. Mezarlığın ta ortasındaki Dalaklıların Tahsin’in mezarı başına git ki görelim ne kadar yüreklik adamsın.’ ‘Aha, buldum’, diye ayağa kalkıp kapıdan çıkmış beş tavuk vadeden. İçten içe, beş tavuk da çok oldu sanki, tüh, gaza geldik, gibilerinden düşünüyormuş. Biraz sonra elinde koca bir kazıkla çıkagelmiş. Cebindeki çakısını çıkarmış ve meraklı bakışlar karşısında derin bir işaret kazımış kazığa. Sonra da, elden ele gezdirin, her bir ayrıntısını ezberleyin şu kazığın hele bir, demiş.”

“Masadakiler, evire çevire bakmışlar kazığa. Sonra da bu zeki adamın planını dinlemeye koyulmuşlar: ‘Şimdiii, yok öyle beş kuruşa on köfte. Aha bu kazığı, teee mezarlığın ortasındaki Dalaklıların Tahsin’in mezar taşının arkasına çakacaksın. Biz bilecez ki sen oraya gerçekten gittin. Gün aydınlanınca da gider, bakarız. Eğer kazık ordaysa veririz tüm vadettiklerimizi.’ Adam, gevrek gevrek sırıtmış ve ‘oluuurrr’, demiş. Sonra da adamı geçirmişler mezarlığın kapısına yakın bir yere kadar. Sabahı beklemek için de evlerine dağılmışlar.”

“Ertesi gün sabah namazının ardından camiden dönerlerken yönlerini evlerine değil, mezarlığa çeviren kafadarlar, cemaatten diğerlerinin dikkatini çekmişler. Geceki meseleyi onlara da anlatmışlar. Onlardan çoğu, ‘deme yahu, var mıymış bizim köyde böyle bir yiğit, hele biz de gelelim de bakalım kazığı hakikaten çakabilmiş mi’, gibilerinden tepkiler vermişler. Tam köy meydanından mezarlığa doğru gidiyorlarmış ki adamın büyük oğlu seslenmiş arkalarından. Ağalar, demiş, gördünüz mü babamı, gelmedi gece eve, anam merak edip durur… ‘Eyvah’, demiş adamın biri. ‘Tüh’, demiş öteki. ‘Vah, yazık oldu, karıştılar zaar adama, çarptılar, kıydılar yiğide’, diye dövünmüş diğeri. Ben dediydim, şaka olmaz böyle işlerle, derken gece kazığı getiren, adamın feryadı basan oğlunu sakinleştirip adımlarına hız vermişler ve varmışlar mezarlığa.”

“Tam da dedikleri mezarın başına gittiklerinde, korktuklarının başlarına geldiğini anlamışlar. Adam, sırtı mezar taşına dönük uzanmış, cansız bir şekilde yatıyormuş. Hemen adamın ağlayıp sızlanan oğlunu eve götürmüş birkaç kişi, acı haberi aileye vermek için. İşin aslını, aralarından en zekisi çözmüş gene. Bakın hele, demiş, bir değil, üç sigara içmiş gece; aha, bakın, söndürmüş ayağının dibinde. Demek baya oturmuş burada. Kazığı da çakmış çakmasına ama neden paltosunun ucuna çakmış ki acaba?”

Neyse, dedi babam tam burada, “uzatmayayım, velhasıl, adam, karanlıkta yanlışlıkla paltosuna çakmış kazığı. Kalkmak istediğinde de kalkamamış haliyle. Bir iki hamle etse de bir türlü kalkamamış ayağa. Aha, millet haklıymış, bir şey gitmeme izin vermiyor, diye ödü patlamış adamın ve yığılıvermiş oraya. Gördün mü, her şey gayet mantıklı. Ne hortlak ne öcü ne karanlık…”

Şimdi… Korkuyla tanışıklığımın tarihçesinden neden bahsettim ve niçin anlattım babamın bu hikâyesini? Sebebi, Emrah Mete’nin Profil Kitap’tan çıkan sıra dışı romanı: Mezarlıkta Birkaç Ay. İlk kitap olması hasebiyle yazarı için önemli olduğu kadar okur için de öyle; çünkü bir ilk kitap okumak, pek fark edilmese de, okur için de bir heyecan vesilesidir. Yeni bir yazarla tanışılıyordur çünkü. Ve yazarın ileriki yıllarda yayımlanacak (yayımlanması beklenen) kitapları için de merak, bekleyiş doğurur. Mezarlıkta Birkaç Ay da öyle…

Kitap, Metin Yağız Arı adındaki bir metin yazarının, modern dünyaya ait tüm dalavereye hâkim iş hayatıyla başlıyor. Kapitalist sistemin pazarlama ve reklam mantığını içselleştirmiş bir şirkette işini iyi yapan, ne var ki özünde bir yerlerde aslında bu durumu bir türlü kabullenemeyen bir metin yazarı Arı. Burada, modern zaman eleştirisi modasından farklı bir tenkit üslubuyla karşılaşıyor okur. Zira ilgili kısımları okurken, yine mi modern zaman eleştirisi, demiyorsunuz, aksine, fark edilir bazı hususları, gayet dolambaçsız, sade bir şekilde gözler önüne seren bir anlatım görüyorsunuz. Bu da tat veriyor haliyle. Hele çağdaş mükemmel insan anlayışındaki çarpıklığın, zamanın kurduğu, kurguladığı korku imparatorluklarının tüm çıplaklığıyla teşhiri, kirli çamaşırlarının alttan alta ilâmı, romanı daha cazip bir hale getiriyor. Mükemmel insan; yakışıklı, kaslı, paralı… Korku imparatorlukları; sıtmayı gösterip ölüme razı etme, kendine pay çıkarmakta, kendine yer açmakta ve mecbur kılmakta üstüne olamayan kurum, kurul, sektör ve oluşumlar… Hepsi kurguda yer bulmuş ayrıntılar. Ve korkunun halleri… En transparan, saf ve dikkat çeken kıyafetleriyle…

Kitabı anlatıp okuyacak kişilerin merak seviyesini düşürmekten çekiniyorum aslında ancak dram ve mizahın, korku ve kaygılar hususunda hassas birinin yaşamında güzelce işlendiği gerçeğini söylemeden de geçmek istemiyorum açıkçası. İnsanoğlu, tarihi boyu en heybetli, gösterişli, hayret uyandırıcı yapıları, içerisinde tapınmak için yaptı hep. Son yüzyılda buna, dikkat çekici bir şekilde devasa iş yerleri, şirketler eklendi. Demek bu yapılar için modern zaman tapınakları şeklinde bir alt metin okuması yapsak, pek de haksız bir zaviyeden bakmamış oluruz meseleye. Demem o ki roman, günlük hayatta, çevremizde hep görmezden geldiğimiz o “hassas” insanın, “asosyal” bireyin, modern bir tapınaktan işsizliğe, sokaktan da mezarlığa uzanan uzun hikâyesini anlatıyor. Kafasının içinde bir yerlerde durmadan kötü senaryolar yazan kara senaristle yaşama uğraşısına, en iyi dostu köpeğine dair o korkunç vicdan azabına, en büyük korkusu ölüme dair mezarlığı mesken eden değişimine ve tabiî bir mürşit mesabesindeki “sokakta yaşama uzmanı” Rıfkı Baba’nın samimi, doğal, pür insan hallerine tanık olmak isteyenler için kitap, hazır ve nazır bekliyor.

Bu arada, yukarıda paylaştığım babamın öyküsüne ve çocukken onun korkusuzluğuna dair hayranlığıma atıfla şunu söyleyerek sonlandırayım: Büyüdüğümde babamın en büyük korkusunun ölüm ve ölü olduğunu öğrenmek, benim için çok da sürpriz olmamıştı. Çünkü artık, “Gözümün gördüğü hiçbir şeyden korkmam,” sözünü söyleyenlerin devri ile zamanımın farkını az çok kavrar olmuştum.

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir