Künye: Bülent Ata, Köpekler Akşamı, Kaknüs Yayınları, 2011, İstanbul.
***
Taksiden indiler. Taksiden inmediler de sanki kaldırıma döküldüler. Ellerinde ayaklı tablalar, poşetler… (Sf. 9)
Çaylarımıza kesme şeker koyarken, şekeri uzatıp geri verirken ve çay kaşığının susulan şeyleri bizim yerimize söylemeye çalıştığı anlarda, çayın ve gecenin içinde, insanın içinde duran bir şey, sanki el birliği edip, bir müziği seslendirmeye koyuldular. (Sf. 15)
Bir çocuğun kalbi uçmak isterse, ona ne uçak gerekir, ne de pist. Ama büyükler iyi bilir uçağın kalkamayacağını, kanat boyunun yetmeyeceğini, yakıtın olmadığını.. Bir sürü imansızlık icat edebilirler yani. Kalk uç deseler, yok… (Sf. 34)
Gözleri gizli bir geçidin kapılarıydı artık. Bir esrar uzak odalara dek saldı kokusunu, yüzlerine kan gelmiş, güleç insanlar olsun diye. Böyle, döne döne, bir mumun titreyip sönmesi gibi, irkilip üşüyerek uyandılar hallerinden. (Sf. 47)
Kedicik! Mavi olan neydi? Belki bir kitabın ismiydi. Belki de bir düşmenin, düşüp de kalkamamanın ismiydi. Bundaki bilinmezlik, aklımızda başka şey varken soyunup dilimize dökülenin bu olması. (Sf. 53)
Kanatları olan uçmuyorsa, toprak çekiyordur onu. (Sf. 57)
Bazen de yazdığın şeyin bir karşılığının olması insanı yüreklendiriyordu. Okuduğun kitaplar, çektiğin sıkıntılar, sabırlar, şükürler, birlikte yürümeler bir kalemin ucundan kâğıda dökülüyor, kâğıda dökülen de bir okurun gözlerinde bir şeyleri değiştirmeye duruyordu. (Sf. 66-67)
Bir sürü ölü memur sürünerek mescide iniyor. Abdest alırken yeniden soluk almaya başlıyor ve namazda, orada, secdede iken diriliyorlar. (Sf. 76)
Servis hiç beklemedi. Egzoz kötü bir şakaya güler gibi, dumanını geride bırakarak gözden yitti. (Sf. 101)
Buraya gelirken, giydiği kıyafetlerin üstünde iyi durmadığını düşünmüştü. Oysa şimdi.. Üstünde ne vardı, giyinik miydi, yakışıyor muydu, umurunda değildi. (Sf. 105)
Günler günleri kovalıyor. Kâğıtlar kâğıtları… Dışarıda gün batıyor. Tepemde ışık. Bir bulut koynundan güneşi atıyor. Güneş yerde gölgesinde kalıyor insanların. (Sf. 112)
Neden hâlâ ona hak ettiğinden fazla bir anlam veriyorum. Hayatında bir ağaca bile yaslanmamıştır o. (Sf. 119)
Kaldırımda bekliyordum, rüzgâr saçlarımda. Bir değişmemişlik bekliyordum, bir kararı. Benim hakkımda olmayan, sanki geçmişim hakkında, sanki geleceğim hakkında. Bir karar… Ben o kişinin ulağı. Henüz ben olmamış ben. Rüzgâr saçlarımda. (Sf. 120-121)
İki kardeş gördüm. Olmayabilirlerdi. Ama vardılar. İkiydiler ve kardeş. Farklı olmak özlemi benzersiz özlemlere gebe kaldı. (Sf. 131)
Duvarları insanlardan oluşan bir labirentte gözleri donuklaşmış ruhum. Kalkamayan bir kuş gibi. Çırpınıp çırpınıp, duymuş gibi öldüğünü annesinin, babasının, yorulmuş geçmiş kendinden. Bir ağacın dibine çökmüş. Uzaktan geçen kuş sürülerini, bulutların çizdiği yüzleri unutmaya çalışarak. Gözlerinden yakalanmış, çırpınıp çırpınıp, su kabında bekleyen bir yüzük gibi, bir kolye gibi, bir defter gibi. Aklının nuru uçuşan sineklerin ayaklarına yapışıp giden. Azalan, azalan ve kopan bir yaranın bütün kokuları bastıran sesiyle bir daha hiç yürüyemeyeceğini bildiği o sokağa girdi. Yanınızdan hızla uzaklaşıyorsa bir ağaç ve siz yürüdüğünüz inancındaysanız, Allah yardımcınız olsun. (Sf. 137)
1 Yorum