Künye: Rasim Özdenören, Kent İlişkileri, İz Yayıncılık, 2011, İstanbul.
***
Her ne kadar ben saadetin ve huzurun dile getirilemezliğine kani olsam da, bu zor işin, birileri tarafından üstesinden gelinmesini isterdim. (Sf. 9)
“Modern hayat” hiç bilmediğin bir kentte, dünyanın en büyük kentinde bile olsanız, hiç kimseyle hiçbir şey konuşmadan, size asla kimseyle konuşma ihtiyacı hissettirmeden, gündelik işinizi kendi kendinize yapmanızı sağlıyor. Yeter ki, sizin yerinize konuşmanın işlevini yerine getirebilecek parasal tedarikinizi hazırlamış olun. (Sf. 21)
Baktığı aynada kendini göremeyen birinin kaderi bitirilmemiş olarak kalacaktır. Çünkü görüntü yansıtmayan bir nesneye -eskiden ayna olmuş olsa bile- şimdi ayna denip denilmeyeceği; eğer ona ayna denilecekse niçin görüntü yansıtmadığı ve nihayet başından böyle bir yaşantı geçmiş birinin kendi varlığını inkâr etmeye hakkı olup olmadığı hususları bilinmeden kalacaktır. (Sf. 34)
İnsan kaçarak bir yere vardığını sanabilir: oysa o, kaçarken, nereden ve neden kaçıyorsa onları da yanında sürüklemiş olduğunu ancak o son ânda ayrımsayabilecektir. (Sf. 67)
İnsan, bir çarkın bir dişlisi olarak o çarkın bir yöne dönmesi durumuna müdahale edemez, çarkın dişlisi de, çarkla birlikte döner. Çarkın dönüşüne müdahale edebilmek için onun dışına çıkmak gerekir: ancak başka bir çarkla o dönüşü hızlandırmak veya tersine çevirmek istikametinde müdahale mümkün olabilir. (Sf. 74)
Hedef, hareket halindeki bir otomobilin farları gibi, daima ilerleyen ve önde duran bir yerdedir: insanın kendisi durmadıkça ulaşmak istediği hedefi sabitleştiremez. (Sf. 83)
Avlanmayan avcı o avdan sadece eli boş dönmüş olur; oysa kazanamayan tüccar yalnızca eli boş kalmış olmaz, kayıp da etmiş olur. (Sf. 111-112)
Kent, sefaletle safahat tarafından dengesizleştirilmiş olmakla birlikte, görebilen için fırsatların da daima hazır bulunduğu bir yerdir. (Sf. 113)
Bizi özgür kılan, bizim özgürlük bilincimizdir. (Sf. 117)
Şimdi artık sokaklarda oynandığına rastlamadığımız topaç, çelik çomak, körebe, saklambaç.. gibi oyunlar, çocuğun ev içiyle olduğu kadar evin dışıyla da ünsiyetini pekiştirmesini sağlardı. Sokak, tıpkı yağmur gibi, kar gibi, fırtına gibi, kendisinden kaçılan ve düşmanca tavır alınan bir olgu olarak telakki edilmez, bilakis bütün bunlar farklı düzlemlerde dostlukların gelişmesine yardımcı olurdu. Sokak düşman değildi, dosttu. (Sf. 138)
İnsanlar ellerini uzatınca istediği bir yıldızı tutabileceği duygusunu elden bırakmazken, bir yandan da yıldızların onların erişemeyeceği bir mesafede durduğu gerçeğine gözlerini kapatmazlar. (Sf. 142-143)
Modern zamanlarda yaşayan insanlar olarak, içinde yaşadığımız şartların dayattığı değerlere ortak çıkmasak da, bilincimizin derinliklerinde tavanarası yaşantılarına duyduğumuz eğilimin içinde, bu yaşantı biçimini dışarıya çıkartıp güneş ışığında yuyup arıtma arzusunda olduğunu hem keşfetmeliyiz, hem de bu arzumuzu itiraf etmeliyiz. (Sf. 155)
Bir yalnızlık aramak ya da bulmak için kırlara koşuşan insanlara şaşıyorum doğrusu. Her türlü yalnızlığın daniskası kentlerde bulunur ve orada yaşanır. Böyle bir yalnızlığın hastalık olduğu söylenebilir, ama bu, bence söyleyene ait bir iddia olarak öylece kalmak ve öylece bırakılmak durumundadır. (Sf. 171)
Benim doğduğum kentte, yakın zamanlara kadar cenazeler, kentin hemen hemen tam orta yerinde konumlanmış olan Ulu Cami’de kılınan namazdan sonra, çarşı içinden geçirilirdi. Cenaze alayı çarşıdan geçerken hemen bütün esnaf bir şekilde cenazeye katılırdı. “Allah rahmet etsin! Mekânı cennet olsun!” gibi dualarla herkes tabutun taşınmasına yardımcı olurdu. Hemen her gün tekrarlanan bu olay, ölümü insanların gözünde munisleştirir, insancıllaştırır; daha da önemlisi insanın kendini irdelemesine fırsat sağlardı. (Sf. 183-184)
Yozlaşma, bir şeyin kendi doğasına uygunluğunu yitirmesi demekse, bu anlamda reddedilen yalnızca yozlaşma olmalıdır; yoksa bir şey yozlaştı diye onun hakikatini reddetmeye kalkışmak aptalca ve gülünç bir şey olurdu. (Sf. 197)
Aktaran: Muhammet Emin Oyar