Kendini Arayan İnsan

Künye: Kendini Arayan İnsan, Seyit Ahmed Arvasi, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul, 2015.

***

İnsan diğer varlıklarla beraber içinde doğduğu âlemde her an içinden ve dışından çimdiklenmektedir. Bu karşılıklı uyarmaların mana ve mahiyeti nedir? Bu kâinatı dolduran varlıklar birbirlerine bir şey mi söylemektedirler? Her varlık bir diğer varlığın kabuğuna, derisine, içine, dışına dokunmakta, gözlerine çarpmakta, kulaklarına fısıldamaktadır. Kâinat hücre hücre, lif lif birbirine bir sır aktarıp durmaktadır. Evet sahiden bu kıpırdanışın mahiyeti nedir? Bir bütün mü parçalanmaktadır? Parçalar mı bir bütünde birleşmekte ve erimektedir? (s. 30)

Bütün varlığın bağrından taşan ve bütün varlık tezahürlerini aşan, bu arada her varlık gibi bizi de uyaran bir vakıaya “hakikat” diyoruz. Hakikat, bizi her yönden uyaran, etki altına alan, bilgili olmaya zorlayan vakıadır. Bu vakıanın mahiyeti üzerinde insanların anlaşamadıklarını, çeşitli ekollere, dinlere ve mezheplere ayrıldıklarını görüyoruz. Biz burada şimdilik şu kadar söyleyelim: Mutlak hakikat Mutlak Varlık’tan ibarettir. Mutlak Varlık ise görülen ve tasavvur edilen bütün varlık tezahürlerini aşar. Mutlak varlık, varlığın sırrıdır; Onu duyularla ele geçirmek mümkün değildir. (s. 32)

“İnsanın bilgisi” diyoruz. Nedir insanın bilgisi? Bugün cilt cilt kitapları ve yüzbinlerce kitaplığı dolduran milyarlarca cümle ve hüküm mü? Kant, yalnız başına bir kavramın bilgi vasfının olamayacağını; bilgi için kavramların başka kavramlarla birleşmesini şart koşmaktadır. Mesela, insan, dünya, sıcaklık birer kavramdır; bilgi değillerdir. Kant’ a göre, her hüküm bir bilgi değilse, her bilgi bir hükümdür. (s. 41)

İnsan bilgisini donmuş ve katı bilgi halinde etüt etmeye imkân yoktur. Esasen, sabit ve katı insan bilgisi yoktur, devamlı olarak yenilenen bir dinamik bilgi vardır. Her an duyumlarımız, algılarımız, kavramlarımız, hüküm ve düşüncelerimiz değişmektedir. H. Bergson’un çok güzel açıkladığı gibi, şuurumuzla beraber şuurun muhtevası daima yenilenmektedir. (s. 47)

Açlığı, sadece midelerindeki sancıdan ibaret zanneden, beyinlerindeki ve kalplerindeki açlığı duymamazlıktan gelen nice insanlar tanıdım ki “Allah, din ve güzel sanatlar karın doyurmuyor!” diye kendince makul buldukları bir yol tutmuşlardı. Gerçekten de objektif bir akıl için en büyük gerçek eşyadır ve insan idraki buna boyun bükmelidir. Onun için sanatkâr eser verirken aklın kanunlarını zorlar ve bazan onu kırmağa çalışır. Gerçek sanatta daima bir isyan kokusu vardır. Bu isyan, esarete karşı hürriyet çığlığı, monotonluğa karşı yaratma hamlesini özleme, eşyanın karşısında insanın sesini duyurma çilesidir. (s. 63)

İnsan bakarken objektif olsa bile görürken objektif değildir. Bilgi edinilirken kademe kademe subjektifleşilir. Yani, bilgi, bizim eşyaya verdiğimiz mana ile eşyanın bu manaya uygun düşmesi gibi iki yönlü bir faaliyet ise, bilgide hem, süjenin, hem de objenin rengi varsa, artık saf ve mutlak manada objektif bilgi yoktur. Subjektifliğin yokluğu halinde manalandırma kalmaz. Manalandırmak ise bilmenin esasıdır. Bizim objektif bilgilerimiz zannettiğimiz şeyler, belki de bizim belirli şartlar altında ve olaylar karşısında denenmiş ve tekrarlanmış subjektif manalarımızdır. Hiç şüphesiz bilgi hayat için mevcuttur ve hayalin ileri derecesinde karmaşık ve şuurlu bir faaliyet olarak gözükmektedir. (s. 66)

Mutlak objektiflikte bilginin farkına varmak mümkün olmaz. Objeler bilgi yüklü oldukları halde bu yüklerinin şuuruna sahip değillerdir. Eşya, kendinde yazılı olanlardan habersiz birer mesaj gibidir. İnsanlar bu mesajı manalandırırken eşyanın taşıdığı bilgi yükünü insan idrakine göre tercüme etmektedirler. Yani eşyadan bilgi edinmek demek, eşyanın verilerini insan diline çevirmek gerektir. Bu, bilginin eşyadan koparılıp insanlaştırılması demektir. Bu, objeler karşısında, insanın kendi subjektifliğini ortaya koyması demektir. (s. 66)

İnsan beyninin görünen en önemli görevi, bizi bilgili olmaya zorlayan varlığın mahiyetini ve hakikatin neden ibaret olduğunu çözmektedir. İnsan, ekmek ve suyun yanında bunun da ıstırabını çekmektedir. (s. 69)

Şurası inkâr kabul etmez gerçektir ki, sürünün geliştirdiği itibari dinler, insan idraki ve tecrübesi geliştikçe insanı tatmin etmemekte; objektif ve subjektif tanrılar günümüze kadar yıkılarak gelmektedir. Sürü, tanrısını önce kaba maddede aradı, bu onu doyuramadı, büyük gürültülerle onu yıkıp attı. Bu sefer tanrısını oluşta aradı, ona estetik bir hüviyet tasavvur ederek ona bağlanmak istedi, bu da yetmedi, onu da kırıp attı, bir müddet tanrıyı oluşun iki yönündeki uçlar sanarak onlara tapındı, ikili bir tanrı fikrine kapıldı; peygamberlerin ihtarlarını yavaş yavaş idrak etmeye başlayan insanlık, kendini bu ikili tanrı fikrinden de kurtarıp tanrıyı objektif ve subjektif tezahürlerin ötesinde duran Mutlak Varlık’ta sezmeye başladı. Bugünün insanı ise, Mutlak Varlık olan Allah’ı, bütün zaman ve mekânı kuşatan oluşu, bir tek hür ana sığdıran yaratma hamlesinde idrak ederek bulacak; yokluğu imkânsız kılan yegâne Mutlak Varlık olan Allah’ a teslim olup tapınacaktır. Böylece sürünün idraki peygamberlerin emirlerini anlayacak seviyeye ulaşacaktır. “Allah yoktur”, diyenler ise Mutlak Varlığı yoklaştırmanın imkânsızlığını kavrayacaklardır. (s. 103)

İnsanın en önemli hazinesi, bizzat insanlığıdır; insan olarak var oluşudur. İnsan için en önemli problem, orijinal varlığının tehdit edilmesidir. Ölüm, canlının biyolojik ve psikolojik orijinalliğini kaybetmesidir. Ölümü, şuuru ile kavrayan ve kendi cenazesini tasavvur edebilen tek varlık insandır. Bütün davranışlarımız ölüm problemi, orijinalliğimizi kaybetme problemi etrafın da toplanmaktadır. Din, estetik, ahlak, ilim, teknik, iktisat, aile… her şey, bu probleme cevap aramaktadır. İnsan ölümsüz olsa idi, bu endişeleri duyamayacaktı. Korkularımız, hazlarımız, eserlerimiz bu problemin açık, gizli tezahürleridir. Davranışlarımız, ölmemek içindir, ümidimiz ölmemektir. İnsan, gerçekten ebedi bir hayata muhtaçtır ve buna layıktır. İnsan, ölmemek istemesine rağmen ölümü yenememektedir ve yenemeyecektir. Ölümden sonra kendini yeniden diriltecek güce de sahip değildir. Binaenaleyh, Allah, insana ölümsüzlüğü ve ebedi hayatı vaad etmekle, Yaratıcı’ ya yaraşır bir tarzda, kendine inananları teselli etmiştir. (s. 117)

İnsan, sosyal hayata itaatı veya mukavemeti, kendini fert olarak hissettikten sonra şuurlandırdı. Yani “sosyal kurum” ve “sosyal değerler” ferdin kendini bulması ile doğdu, yahut gün yüzüne çıktı. (s. 124)

Biz, şiddetle iddia ediyoruz ki, bugüne kadar inanılagelenin aksine olarak, ilim daha çok tutucu ve bağlayıcı, sanat hürriyete doğru akışı temin edici, din insan vicdanındaki ve kafasındaki realitesi ile tamamen ferdi mesuliyete bağlı ve hiç kimsenin nüfuz edemeyeceği kadar ferdin iç dünyasına ve idrakine göre biçimlenen hür bir değerler manzumesi olarak gözükmektedir. Yani, insanlar, ilimde ortak değerlere, kanunlara bağlanırken, sanatta farklı üslup, görüş ve duyuşlara, dinde ise tatmin olmuş hür bir vicdana sahip olmak isterler. Siz, anarşistlerin ilim maskesi takınmasına, kopyacıların sanatkâr geçinmesine, ruhbanların din adına vicdanları esir almasına aldırmayınız. İlim, objeler âlemini dizginleyen kanunları tespit edip insana tevdi etme çabası ise, sanat insanın kendi orijinal dünyasını araması, din ise insan vicdan ve idrakini somut ve itibari varlık tezahürlerinin köleliğinden kurtarıp Mutlak Varlık olan Allah’ a teslim edip itminana ulaştırması demektir. (s. 134)

Her sanat hamlesi, biraz da hürriyet hamlesidir; sanat, bir bakıma, maddenin, eşyanın çemberlerine ve kalıplarına insanın ve zekânın bir isyanını ifade eder. Onun için, cemiyetin kalıplarına bağlı ve laboratuvardaki kayıtlarla sınırlı bir kafaya sahip kimselerin, daima modern sanat verileri karşısında “ipe sapa gelmez saçmalıklarla dolu” hükmünü verdiklerini işiteceksiniz. (s. 150)

Aktaran: Cenk Baran

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir