Künye: Kendini Aramak, İhsan Fazlıoğlu, Papersense Yayınları, 2. Baskı, Ocak 2015, İstanbul.
***
Bilinmelidir ki, tüm beşerî ve dinî görüşler insan denilen soruya birer yanıttır. Bu nedenledir ki, yanıtları ortadan kaldırmak, hiçbir zaman soruyu yani insanı ortadan kaldırmaz; sorunun ortadan kalkması insanın ortadan kalkması demektir çünkü… (syf. 11)
Bir milletin, bir kültürün içinin boşaltması o millet nezdinde şahs-ı manevîsi olan kavramlarla oynanılmasıyla başlar. Bir kültürün anlam-değer dünyasını, kişi ister farkında olsun ister olmasın, inanç (din) veya dinleştirilmiş düşünce (ideoloji) belirler. Bu nedenledir ki kişinin maneviyatından bahsedilir; maneviyâtı bozuk olmak üzerine konuşulur; bir kültürün şahs-ı manevîsi bulunan kavramlarına uygun davranmayan kişilere vicdansız denir. (syf. 16)
İnsanlar vardır, tüm dikkatlerini ağaca; insanlar vardır, tüm dikkatlerini ormana verirler. Tek tek ağaçlara takılıp kalanlar ile ormanda kaybolanların kaderi aynıdır: Kendini kaybetmek… (syf. 32)
İnsan çoğun, kendinden kaçar; kendiyle yalnız kalmaktan korkar; kendini dinlemekten ürker; tersine, dışarıya, gürültüye, başkalarına, kalabalıklara sığınır; kendini beşerî ekrana göre ayarlar, tadil eder. Yorgun argın döndüğünde ise kendine sırtını döner ve uyur, daha doğrusu uyumaya çalışır. (syf. 33)
Doğum ile ölümün arasında bir şey olarak insan hem kişi olarak hem de tür olarak doğmanın ve ölmenin hesabını verdikçe, bilgisine sahip oldukça ikisinin arasında daha anlamlı, dolayısıyla daha güvenli bir hayat sürebilir. (syf. 37)
İnsanı insan kılan niteliği yani sırrı insanın içine gömmüşler. (syf. 48)
İnsanın dışarıyı bilmesi, dışarıyı karşısına alması demektir; bu ise insan ile dışarısı arasında bir ayrışmayı, farklılaşmayı, hatta yabancılaşmayı getirir. (syf. 49)
Oruç kişiyi, içerisinde gömülü sırra yönelmek için dışarıdan içeriye taşıyan en önemli ibadettir. Hemen hemen tüm kadîm kültürlerde insanı kendini keşfe hazırlayan bir güzergâh olarak bulunması, orucun kişinin kendini ciddiye almasının en önemli göstergelerinden biri olmasındandır. Oruç insana dışarıya karşı bir iç-duruş verir; dış-korkuyu iç-ümide dönüştürür. (syf. 51)
Sofist ve filozofun, cahil ile âlimin en temel farkı budur; birisi kavramlarla heyecan veren hayaller çizer, diğeri tasavvurlar üretir; birisi cümlelerle vecizeler yaratır; diğeri yargılar kurar. Birisi çölde dolaştırır; serabın yarattığı vahalarla oyalar; diğeri bir şehre/medîneye ulaştırır; vakıayla, hakikatle muhatap kılar. (syf. 64-65)
Kişi neyi severse sevsin, neyi yerse yesin; neye inanırsa inansın, neyi inkâr ederse etsin, kısaca ne ederse etsin bilerek etsin. Çünkü ed-e-bil-mek, bilmektir. Kudemânın dediği gibi, “Evren’de en değerli insandır; insanda en değerli akıldır; aklın değeri bilinmesindedir; bilmenin değeri ise adâletle eylemesindedir.” (syf. 65)
Övgü insanın duygularını tatmin eder, aklını değil, çünkü akıl ikna olmak ister, tatmin olmak değil. (syf. 70)
Düşünce, terimsiz ve yöndemsiz yapıldığında kaçınılmaz olarak, ehil olmayanların, Tolstoy’un deyişiyle fikir fahişelerinin eline düşer. (syf. 77)
Kadîm kültürümüzde nazar, hakikati bilmek; hayr, bu hakikate göre eylemektir. Hakîkatsiz hayr, ilimsiz amele benzer. Hayr, hakîkatin siyasetidir. Bir toplumun hakikati yoksa siyaseti; dolayısıyla bir nazarı yoksa manzarası olamaz. “Olsun” ya da “olmalıdır” bir temennidir; kadîm geleneğimizde temenni dua hükmündedir; ancak ne yazık ki nazar, dua ile yapılmaz. (syf. 81)
Işk kavramının mâhiyeti üzerine düşünene âşık denmez, filozof denir. Bize tarih bilincinden, insan haklarından, kardeşlikten, bir-arada yaşamaktan, özgürlükten, vs. bahsedenler bunları göstermeliler, aksi taktirde yalnızca konuşmuş olurlar; hayata ilişkin düşündüklerini eylemeyenleri ise ciddiye almak zorunda değiliz; bırakalım konuşsunlar; kendilerini tüketsinler. Çünkü mum yanar ama tükenir… (syf. 101)
Niyet, hayâta çentik atmanın, ad koymanın hem doğasını hem de istikâmetini belirler; çünkü niyet, içeriği ne olursa olsun insanî eyleme bir amaç giydirir. (syf. 103)
Kadîm kültürümüzde terbiyenin en üst amacı kalb-i selîm, talimin en üst amacı akl-ı selîm, edebin en üst amacı ise zevk-i selimdir. Bu üç selîme sahip kişi, zarif kişidir; zarîf, zerâfet sahibi kişi ise âlim olduğu kadar âriftir; bildiği kadar tanır, tanıdığı kadar da güzeli eyler. (syf. 113)
Tarihsizliğin en önemli belirtisi, en geniş anlamıyla aldırmazlıktır; sömürgeciliğin istediği de budur. Bugün maddî ve manevî birikimimize yönelik sömürgeci kapitalist saldırıların verdiği yıkım karşısında bırakın bir şey yapmayı, hüzünlenmeyen kişi aldırmaz kişidir. Hiçbir şey yapmayan en azından hüzünlenmelidir; çünkü hüzün insanı diri tutar; kişiye güç verir; niçin yaşadığını, yaşaması gerektiğini hatırlatır; böylece kişi yalnızca bağımsızlık değil özgürlük de talep eder; özgürlük ise kişinin özü ile ilişkili maddî manevî sembollerinde cisimleşir ve kişinin özünü gürleştirir. (syf. 124-125)
İnsanı yalnız başına sâfi inanç ya da sâfi bilgi veya sâfi aşk kabul etmek insanı tek-boyuta indirgemek demektir. Hâlbuki insan âbid, nâtık ve âşıktır; sahih itikâd budur çünkü. (syf. 141)
Geçmişi tahrif edilen bir milletin, kültürün ve medeniyetin geleceği de kolaylıkla tahrif, hatta tahrip edilebilir. Öyleyse sahih bir gelecek için sahih bir geçmiş tasavvuru olmaz ise olmaz bir şarttır. (syf. 147)
Bugün milletçe içerisinde yaşadığımız tarih ve medeniyet perspektifi tamamen yapaydır. Bu perspektif içinde üretilen düşünceler, resimler ve hatta hisler bile bir o kadar sıhhatten yoksundur. (syf. 149)
Îmân kişiseldir, bireyseldir; herkes tek ve yalnız başına iman eder; başka bir deyişle, iman ederken kişi yapayalnızdır (amentü). (syf. 160)
Bilgi, kendine kayıtsız kalan kişileri ve toplumları affetmez! (syf. 183)