Künye: Nurullah Ataç, Karalama Defteri – Ararken, Yapı Kredi Yayınları, 2019, 175 sayfa.
***
Kişileri roman okumağı sevenlerle roman okumağı sevmiyenler diye ikiye ayırabiliriz. Roman okumağı sevmiyenlerden bir hayır gelmez demiyorum, büyük işlere asıl onların giriştiğini söyleseler ona da inanırım. Ama ben hoşlanmam onlardan. Kendilerinden çıkamaz, başlarından geçmemiş şeyleri geçmiş sayamaz kendilerini başka kimsenin yerine koyamazlar. Bir tek yaşayışları vardır, ömürlerine bin bir kişinin yaşayışını sıkıştıramazlar. Her şeyi anlamağa çalışırlar. Her şeyi anlarlar da kişioğlunun karşısında bir anlayışsızlıkları vardır. (Sayfa 9)
Bir kişi olarak ilk ödevimiz, yalan olduğunu anladığımız düşüncelerden benzerlerimizi, yani bütün kişileri kurtarmağa çalışmaktır. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse öğrendiği, anladığı doğrulara layık olmıyan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için bir yol arar. (Sayfa 11)
Berdiyaef söylemişti, yeni bir ortaçağa girdik: inanacağız, bize öğretilenlere, doğru olup olmadıklarını araştırmadan, bir yerine ses çıkarmadan, bir noktasına dokunmadan inanacağız. Usumuzu bir yana koyacağız, ona aldırmıyacağız, belki de kötü bir şey diye, şeytanın elinde bir oyuncak diye bakacağız, kara, kızıl, ak, türlü renklerde kitapların öğretilerine bağlanacağız. (Sayfa 14)
Şairleri, büyük şairleri okudukça gönlümüz bir neşve ile doluyor ya, onlarda bizi küstüren bir şey de var; bizim bütün düşündüklerimizi bizden çok önce düşünmüş, hem de oynar gibi düşünüp oynar gibi söyleyivermişler… (Sayfa 45)
Şiir, bir şeyi ayrı ayrı, biribirinden çok uzak yollardan da söyliyebilir. (Sayfa 52)
İnsan masal anlatmasını seven hayvandır. Uydurduğu yalanlara inanmaktan, kendi elleriyle kurduğu sıkılar altında ezilmekten de hoşlanır. Bunun içindir ki yaz günlerini sevdiğini ne kadar söylerse söylesin, kanmayın; gerçi sever, canlıların çoğu gibi o da sıcağı ister, ışığı ister; ama sıcağın, ışığın verdiği hazlara çocukça birer eğlence diye bakar, onlara saygısı yoktur. Asıl saydığı, asıl değerli bulduğu işler, kış gecelerinde düşündükleridir. (Sayfa 61)
Toplum hayatında kişiler biribirlerinden samimilik beklemezler, terbiye beklerler, nezaket beklerler, birtakım kurallara uyulmasını isterler. Mürailik edeceksiniz, düşünmediğinizi, inanmadığınızı söyliyeceksiniz demiyorum, ama aklınıza geleni şöyle iyice bir tartmadan söylemeğe hakkınız yoktur. Yeryüzünde bir başınıza değilsiniz, başkalarının zevkini, hatırını da gözetmeniz gerektir. (Sayfa 84)
“Bir acayip adamdı Ahmet Haşim. Çabucak kızar, insana günlerce, aylarca küserdi. Bana darılmasın diye elimden geleni yaptım, gene de iki kere dargınlık çıkardı. Neye, niçin öfkelenir, bilinmezdi. Adet edinmişti kızıp darılmayı. Öfkelenmek onun için yemek gibi, uyumak gibi bir ihtiyaçtı. Ancak son günlerinde yumuşamıştı. La Bruyere söylemiş: İnsan ölümlü bir hastalığa tutulunca hınçlarını, garazlarını unuturmuş, kinlerimizin silinmesi ölümün en yanılmaz habercisiymiş. Helallaşmak ihtiyacı şüphesiz ondan doğuyor.” (Sayfa 117)
“Gerçekçi sanat adamı gerçekte ne görüyorsa onun tıpkısını yapmağa kalkan adam değildir, gerçeği bize duyuran adamdır.” (Sayfa 127)
“Thukydides’in sözü aklıma geldi: “Ben bu kitapta gözlerimle gördüklerimi anlatıyorum, ama belki yanlış görmüşümdür” dermiş.” (Sayfa 128)
“Kişioğlu bu yeryüzünde neler yapmış, neler kurmuş, nelerle uğraşmışsa hepsinden benim de bir payım olsun isterdim. Kimse ermemiştir, eremiyecektir o tüm bilgiye deyip avutuyoruz kendimizi. Bizden az bilenlere bakıp kıvrandığımız da oluyor. Bizden on kat, bin kat çok bilenler var, durmuyoruz onlar üzerinde, omuz silkiyoruz onlara: “Yüzlerce alana el uzatıp yüzlerce konuyu biraz öğreneceğine bir tek alanda çalış, onun konularını derinleştir, daha iyi!” diyoruz. Kendimizi de, çevremizi de kandırıyoruz böyle demekle.” (Sayfa 134)
“Bir yaşa geldikten sonra kişi, gerçekle düş arasında pek bir ayrım olmadığını, ikisinin biribirine ayırt edilemezcesine karışıverdiklerini anlıyor. Düşlerimiz de gerçeğin bir yankısı değil midir? Gerçek de bir düş değil midir, bir düş oluvermiyor mu? En sevdiğimiz, en tutunduğumuz gerçek, bir günün sona erip başka bir günün başlamasiyle, bir anı olmuyor mu? Anılar da düşlerden büsbütün başka mıdır sanırsınız? Düşlerimiz bizim gelecekteki anılarımız, anılarımız da geçmişteki düşlerimizdir.” (Sayfa 154)
Aktaran: Cenk Baran
1 Yorum