Martin Eden London’ın “otobiyografik” (autobiographic) romanlarından en önemlisi olarak bilinir. Auto (oto) kendi kendine, kendiliğinden anlamına gelir; dilimizde “özyaşam” diye karşılandı. Otobiyografik bir metin, türüne göre, “özyaşamöyküsü”, “özyaşamsal öykü” ve “özyaşamsal roman” olarak sınıflandırılabiliyor. Anlaşılacağı gibi, bir “öz” durumundan çok kendi hayatını anlatma durumu söz konusu.
Özyaşamöyküsü kendine 18. yüzyılın hemen başında edebiyat türleri arasında bir yer edinmeye başladı. Ne var ki ilk örnekleri çok daha eskiye gider. Sokrates’in Savunması’na yazdığımız önsözde, Platon’un, düşünce (ve edebiyat) tarihinin bir bakıma ilk “biyografi” (yaşamöyküsü) yazarlarından biri olduğunu söylemiştik. Elbette Diyaloglar, Sokrates’in ölümünden sonra yazıldıklarına göre, bir “özyaşamöyküsü” değil de bir yaşamöyküsü çıkıyordu karşımıza. Daha doğrusu Platon’un ağzından iki düzlemi bir araya getiren metinlerdi bunlar.
Montaigne, merkezinde kendisinin yer aldığı deneyimlerinden yola çıkarak hayatın hemen bütün alanları hakkında düşünceler oluşturduğu ünlü denemeleri için, “Kitabımın konusu ben kendimim” der. Rousseau İtiraflar I’de, “Doğa’nın bütün gerçekliği içinde benzerlerime bir insan göstermek istiyorum; bu da ben olacağım,” hatırlatmasını yapar. Yalnız Gezenin Düşleri de özyaşamöyküsü, anı, günce arasında gidip gelir.
Doğrudan özyaşamöyküsü değil de özyaşamsal bir öykü ya da roman söz konusu olunca durum çatallaşır. Burada karşımıza “anlatının” kalın bir çizgisi çıkar: Kurmaca ile gerçeklik arasındaki çizgidir bu. Özyaşamsal roman metni, bu sınır çizgisinin karşı tarafında artık metne kurmacanın kişilerini, yerlerini, olaylarını dahil edebilir.
Bu tür bir roman elbette karşımıza, anlatıcı (yazar)-anlatılan-kurmaca ilişkisi üzerinde çok düzlemli bir doku çıkarır. Bu tür, okurun “anlam” oluşturma yolculuğunda iz sürmesi bakımından ne gibi bir işlev taşır? Okur orada bizzat yazarın gerçek kimliğine doğru yol alırsa, romanın kahramanını ya da kahramanlarını, figürleri, gerçek-tarihsel düzlemdeki kişiler ile örtüştürdüğü ölçüde eline ne geçecektir? Yazarın kendini, kişilerini, özyaşamsal kurmacanın gerisinde saklamışsa, saklamak istiyorsa ya da romanı üzerinden kendini arıyorsa; kendi yapamadığını romandaki izdüşümüne yaptırıyorsa, biz okurlara, “anlam” kurma düzleminde nasıl yansıyacaktır bunlar ve benzeri bağlantılar?
Elbette bizi edebiyatın (sanatın?) işlevinin ne olduğu sorusuna kadar götürecek bir dizi düşünce üretebiliriz bu tür sorular karşısında. Çünkü ister özyaşamsal olsun, ister böyle bir türe uzak düşsün, her edebiyat metni (her sanatsal ürün) bir yanıyla yaratıcısının estetiğe kaçma, sığınma, orada kendi kendisiyle yüz yüze gelme ya da gelememe aracıdır da. Buradan kendimize, hayata, topluma dair ne çıkartacağımız da bize kalmıştır bir bakıma.
Martin Eden’deki kadar ‘doğrudan’ görünmese de Jack London’ın birçok öyküsü ve romanı onun hayatının izdüşümlerini taşır. Deniz Kurdu’nda onun denizcilik yıllarının deneyimleri damıtılmıştır; Beyaz Diş, altın arama hevesinin mirasıdır vb. Nasıl ki bütün bir Balzac edebiyatı, neredeyse, iktidarı krallıktan devralmış burjuvazinin, her türlü yolu geçerli kılarak sermaye birikimine gittiği korkunç bir Fransız yüzyılının hayatının süzgecinden geçirebildiği ya da geçiremediği yıkımlarının izdüşümüyse. Hemen bütün bir edebiyat tarihi için geçerli bir saptamadır bu, biliyoruz.
Tematik Düzlem
Martin Eden’e, tematik yönüyle edebiyat geleneği içinde yer arayacak olursak, aklıma, ilk bakışta çok uzak gibi görünen bir örnek geliyor. W. Thackeray’in The Luck of Barry Lyndon romanı. Orada da bir çiftçi çocuğu olan genç Barry, bir tür sınıf atlama serüveni sonunda, bir aristokratın dul eşiyle evlenip “Lyndon” olur ve aynen tarihin mezarlığına doğru yola çıkmış olan bu sınıf gibi, “boşluğa” düşer. Sınıf atlama tema’sının çok daha yakın örneklerinden biri, sinemaya “İnsanlık Suçu” (A Place in the Sun) adıyla aktarılan Th. Dreisler’in Bir İnsanlık Faciası (1925) ve F. Scott Fritzgerald’ın Muhteşem Gatsby’sidir. Gerçi doğrudan bu tematik şemaya uymasalar da, hemen bütün edebiyat tarihine bu tematik düzlemden de bakabilir ve çok az öykü ve romanı dışta bırakabiliriz!
Martin Eden, bir zamanlar Jack London’ın olduğu gibi bir denizci, bir emekçidir. Eğitimli, zarif bir genç kız olan Ruth Morse, Martin Eden’in “toplumsal düzlemde yukarıya doğru” hareketinin motivasyonunu oluşturur. Ruth’a âşık olan genç adam, gece gündüz çalışmakta, yazmakta, ama çalışmaları yayınevlerince geri çevrilip durmaktadır. Edebiyat, bir bakıma, bu iki sosyal dünya arasında hakikatin, kirlenmemiş güzelliğin biricik alanını, “direnmenin ve tırmanmanın estetiğini” oluşturur. Ün ve görünürde başarı kazandırır Eden’e. Burjuva sınıfının ilgi gören, tanınmış bir üyesidir o artık. Ama Ruth onu terk etmiştir. Eden’in seçtiği direnme, belki de anlamsızdır kadın için. O, Eden’i, geleneksel yapının (farkında olmadan?) içine çekmeye mi çalışmıştır?
Martin Eden’in, çok şeye mal olan edebiyat üzerinden kendini gerçekleştirme ve var etme kavgasından, hayatın rutin mekanizmalarına teslim olmama, hayal de olsa, sarsılmaz bir iradeyle kendine ait bir dünya yaratma inadından, günümüzde, özellikle modern hizmet sektörünün kıskacına sıkışmış batı dünyası gencinin kendine ait dersler çıkartabileceğini tahmin edebiliriz.
Martin Eden’in, kendisini benimsemiş gibi görünen “yeni sınıfı” içinde mutsuzluğun girdabına sürüklenmesini Jack London açıklıyor mu bize? Ya da yazarda bu sorunun cevabı var mı? Hatta şöyle de sorabiliriz soruyu: Jack London, özyaşamsal bir roman olduğu konusunda üzerinde tam bir eleştirel mutabakatın kurulduğu bu romana, –sosyalist (Marksist) eğilimleri ağır basan, ama bir yandan Darwinci, güçlünün evrimde ayakta kaldığı anlayışına, öte yandan da Nietzsche’nin üstinsan kavrayışına yakın durup tuhaf bir sentez oluşturduğu– kendine özgü düşünce dünyasının paradoksları içinde nasıl bir görev yüklemiş, daha doğrusu yükleyebilmiştir?
Bu soru’nun cevabını vermek okura kalmalıdır. Biz ancak soruyu biraz daha açabiliriz:
Martin Eden’in, onca mücadele sonunda içinde kendine bir yer bulduğu burjuva dünyasında kendine ait bir yer bulamaması, yazarın, kahramanını içine savurduğu “boşluk” nasıl anlaşılabilir? Eden, daha sahici, daha insani olan emeğin dünyasından emeğin sömürüsüyle yaşayanların dünyasına geçme çabaları yüzünden yazarca cezalandırılmakta mıdır? Böyle bir geçişin imkânsızlığı mı vurgulanmak istenmektedir? Yoksa, Jack London ile Martin Eden arasında bir yerlerde gizlenmiş bir gerilim ya da örtüşme romanın içeriğine yansıyıp daha karmaşık bir yerlere mi taşımaktadır bizi? Jack London, Marksist düşünceyi de içeren denemeleri, eleştirileri ve öyküleriyle, kısacası sosyalist düşüncelerin üzerine kurulu edebiyatçılığı üzerinden kazandığı ün ve parayla, daha inşa halindeyken kundaklanan şahane bir çiftlik ve villa yaptırmış, ancak bugüne kadar bu villanın yakılması olayında parmağı olanlar gizli kalmıştır. Amerikan sağının ünlü üç “K”lı örgütüne mal edilen bu kundaklamayı, Amerikan sosyalistlerinin, bu tutarsızlığı cezalandırma girişimi olarak görenler de vardır. (Bkz. Martin Eden ile ilişkili internet sayfaları) Eden (London), sosyalizmi bir muhalifliğin temeline yerleştirirken, yürekten sosyalist olamama gibi bir zaafın mı ürünüdür? Az yukarıda, London’ın Darwin, Marx, Nietzsche sentezinden söz ettik. Sosyalist tanımını hak etmeyecek bir karışımdır bu. Romana Eden üzerinden yansıyan şey, bu garip karışımın ruh hali midir? Eden romanın sonunda, London tarafından mutlu bir “outsider”, bir aykırı kişilik olarak niçin ayakta kalamamaktadır? Akıl almaz bir enerji ve irade gücüyle direnen bir insanın sonunun başka türlü olması gerekmez mi?
Sorular bitmek tükenmek bilmiyor. Bu durum, bu metnin sorulara cevap vermek yerine, çok düzlemli çelişkilerin, çatlaklar içeren bir (roman) yapısını temsil ettiğini mi gösteriyor bize?
Kendi gerçekliğine, kahramanı (Martin Eden) üzerinden ulaşır gibi olan London’ın, kısa ömrünü ve üzerine gittiği ölümünü düşünecek olursak, edebiyata kaçışın, “estetiğe sığınmanın” da onu (Jack London’ı) kurtaramadığını söylemek mi kalıyor geriye?
Veysel Atayman