Künye: İslâm Medeniyeti Tarihi, W. Barthold, M. Fuad Köprülü, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1973, 3. Basım.
***
Arap dilinin revaç bulması şu suretle îzah edilmektedir: Araplar, Germen, Moğol ve eski İranîler gibi yalnız silâh kuvvetine dayanmadılar. Araplar yedinci asırdan îtibaren, fikir sahasında epey ileri gitmiş bir edebî dil vücuda getirdiler. Fesahat ve şiir onlarda büyük bir yer tuttu. (Sayfa 22)
Dokuzuncu ve onuncu asırlarda ilmin en ziyade kaynadığı yer, Fırat ve Dicle havzalarıdır; burada en mühim ilim ve medeniyet merkezleri Basra, Harran ve Bağdat’tı. (Sayfa 32)
Onuncu asır Arap coğrafya kitaplarında… Dünya, Yunan coğrafyacılarına ittiba edilerek, şimâlden cenuba doğru yedi iklime ayrılmakta ve ortadaki dördüncü iklim mıntıkasına Bağdat, İsfahan gibi Müslüman medeniyet merkezleri girmektedir. Pek tabiîdir ki, Müslüman medeniyetçileri nazarında, onların zamanında bulunan medeniyet, beşer zekâsının eriştiği son nokta idi. İslâm âlimlerinin fikrince, dördüncü orta iklim, sıcak ve soğuk taraflardan aynı uzaklıkta olup, insanların yaşaması ve çalışması için en müsait şartları içine almaktadır ve tabiat kanunlarına göre bu memleketlerin, dünyanın en medenî bir kısmı olması lâzımdır. (Sayfa 34)
Dokuzuncu asırda Garbî Avrupa’dan Kudüs’e giden Hristiyan hacıları, kendi hayat ve mallarının İslâm memleketinde, kendi memleketlerine nazaran daha emin olduğunu îtiraf etmektedirler. (Sayfa 34)
Müslüman memleketlerinde “toprağı, mükâfat yahut hediye olarak verme…” usûlü, gitgide çoğalmış ve yayılmış idi. Lâkin Ortaçağ’da Avrupa’da, 19. asırda Rusya’da olduğu gibi, üzerinde yaşayan insanlarıyla beraber değil, yalnız toprağın kendisi veriliyordu. (Sayfa 36)
İbn-i Sînâ, ilmin hiçbir şûbesinde yeni ve müstakil bir fikir sahibi olmadığı hâlde, kendi asrındaki her ilmi mükemmel sûrette öğrenmeye ve onu güzel ve anlaşılır bir sûrette te’life muvaffak olmuştur. (Sayfa 52)
X. asırda ticaret vasıtasiyle, Türk göçebe halkı arasında ve şimdiki Çin Türkistanı’ndaki şehirlerin bâzılarında, hiçbir silâh kullanılmaksızın, İslâm dini yayıldı. X. asırda İslâm memleketlerini işgal eden Türkler, Müslümandılar. Müslüman tüccarları, bundan sonra daha şarka doğru ilerlediler. XIII. asrın başında Çin ile Moğolistan arasındaki ticaret, onların ellerindeydi. (Sayfa 59)
Müslüman dünyasının XV. asırdan sonra tamâmiyle inhitâta uğradığını ve medeniyete yeni bir şey vermediğini düşünmemelidir. Türkiye, XVI. – XVII. asırlarda yalnız kendinin askeri kuvvetiyle şöhret kazanmakla kalmadı; İstanbul, İslâm dünyası için, büyük medenî merkezlerden biri oldu. İstanbul, kütüphânelerinde sakladığı ‘Farsça elyazmaları’nın çokluğu bakımından, Avrupa şehirlerinden yalnız Londra ve Leningrad’tan sonra geliyor. (Sayfa 75)
Zaman zaman, istisna teşkil eden bâzı münferit hâdiselere tesadüf edilmekle beraber, İslâm dininin kat’î hükümleri, Müslüman memleketlerinde yaşayan her türlü din ve mezheplere mensup cemaatlere en geniş bir din hürriyeti vermiş, dinî müesseselerini ve din adamlarını, büyük imtiyazlar sağlamak suretiyle himaye etmiştir. (Sayfa 107)
Protestan memleketleri, Kanunî Süleyman ordularını, kendilerini vicdan hürriyetine kavuşturacak bir kurtarıcı olarak, büyük bir ümit ile bekliyorlardı. (Sayfa 108)
Pirinç, şeker kamışı, çivit, safran, kına vesaire bir takım şeyler, İslâm fütûhatından önce Garp’ta bilinmiyordu. Teknik bakımdan bilhassa sulama usullerinin Garplılar tarafından nasıl ve ne dereceye kadar taklit ve tatbik edildiği, mühim bir mes’eledir. İspanyolca’da, Arapça’dan alınmış sulamaya ait türlü ıstılahlar vardır. Açık ve kat’î neticelere varabilmek için, henüz bir takım araştırmalara ihtiyaç duyulduğu muhakkak ise de, daha şimdiden, İslam fütuhatının Uzak-Şark’tan ve Orta-Şark’tan Garb’a birçok terakkî unsurları götürdüğü emniyetle söylenebilir. (Sayfa 162)
Büyük müsteşrık Goldziher, Şî’îliğin, Kûfe’den Kum şehrine hicret etmiş olan hâlis Araplar tarafından İran’a getirildiğini ispat etmiştir. (Sayfa 173)
Türklerdeki yüksek sınıfın, yeni bir yabancı medeniyetle temas eder etmez, derhâl onun cazibesine kapılarak millî kıymetlerini tezyif etmesi ve mâzîsi ile derhâl alâkasını kesmesi, kültür tarihimizde daima tesadüf edilen marazî bir hâdisedir. (Sayfa 186)
Aktaran: Mücahit Emin Türk