Ramazan başlamadan evvel kütüphanemdeki kitapları kurcaladım. İzzeddin Kâşânî hazretlerinin “Tasavvufun Ana Esasları” isimli eseri dikkatimi çekti. İlk bakışta bir tasavvuf eseri olarak dursa da, kitabın içeriğine bakınca okumak istediğim bir bölümle karşılaştım. “Birinci Bab: Sufilerin itikadlarını açıklama hakkındadır ve on fasıldan ibarettir.”
Sohbetiyle mesrur olduğum hocam; “Mesleklerin olduğu gibi ilimlerinde bir metodu vardır. Bu metotlara uyulmadan uğraştığın her ne ise zincirsiz bisiklet sürmeye benzer, yerinde sayarsın. Kul olmanın da bir metodu vardır, başı itikattır.” derdi. Döne döne itikat kitapları okur, notlar alır, bizimle paylaşırdı.
Elimdeki kitabın bazı sayfalarını tekrar ederek okuyorum. Daha önce hiç merak edip sormadığım sorulara verdiği cevaplar gayet anlaşılır ve doyurucu.
Bir kitapta, tanımlamanın başlı başına bir sınırlandırma olduğunu okumuştum. Fakat biz tüm ilimlerde binlerce tanımla karşı karşıyayız. Tanımladığımız her kavram bir sınırlandırma olduğu gibi aynı zamanda bir anlamlandırma çabası oluyor. Fakat benim aklıma şöyle bir soru geldi: “Âlemlerin rabbinin sıfatları bir sınırlandırma mı? Tanımlama mı?”
İzzeddin Kâşânî hazretleri bu soruya şöyle bir cevap veriliyor:
“Hak Subhanehu’nun doksan dokuz ve bin birden başka birçok ismi daha vardır. Sakın ilahi isimlerin sana ulaşan ve duyduğun isimlerle sınırlı olduğunu sanma. Birçok isim vardır ki izzet ve gayret hazinesinde gizli ve saklıdır ve gaybı bilenden başkasının ondan haberi yoktur. Ezel ilim, O’nun bilgisinde tek ve güzidedir. Onun isimleri sayıların sınırının ötesinde ve sıfatları sınırların sayısından aşkındır. İlahi isimlerden ve sıfatlardan sana ulaşanları ve şeriatın kendileriyle ahlaklanmayı ve sıfatlanmayı teşvik ettiği isim ve sıfatların manalarının yalnızca senin anladığın kadar olduğunu ya da yalnızca senin ahlaklandığın kadar olduğunu ve hiç kimsenin bunun üstünde bir mertebesi olduğunu sanma ki, bu senin o ilme olan idrakinin ve o sıfattan olan nasibinin sonudur. Oysa bunun ötesinde, sonsuz mertebeler ve nihayetsiz dereceler vardır.”
Bu cevapla bir sınırlandırma mı yoksa tanımlama mı olduğunu hâlâ anlayamamıştım. Fakat kitabın devamında vereceği cevap, aslında ikisinin de üstünde bir durum olduğunu gösterdi. Esasen bize bildirilen isimlerin ve sıfatların maksadı yalnızca bizim hayrımız içindir. Çünkü insan olarak tanımlama zaafımız var. Bilinen varlıklara ve kavramlara onlarca tanım yapıyorken, varlığının bilgisi olmayan yegâne varlığa kim bilir ne tanımlamalar yapacaktı. Bu sebeple olsa gerek kitaptan konunun açıklaması şöyle devam ediyordu: “İsimlerin sonu olmadığı gibi, her bir ismin batınlarının ve manalarının da sonu yoktur. Her bir idrak edenin ondan idraki belli bir mana ve her talibin ondan nasibi mahsus bir batındır. Aynı şekilde, Hakk’ın o sıfatla sıfatlanmasını, yaratılmışların sıfatlanmasıyla kıyas etmemelisin. Zira O’nun zatı yüce ve mukaddes olduğu ve hiçbir zata benzemediği gibi, O’nun sıfatları da hiçbir sıfata benzemez.”
İnsanın sıfatları üzerinden Hakk’ın sıfatlarını değerlendirmenin sakıncalarını anlatan bu bölümden sonra Hazret konuyu daha da açıyor: “Sana ulaşan isim ve sıfatları izhar etmekten maksat ilk olarak şudur ki; ilahi kerem ve ezeli lütuf, insanoğlunun istidadına, o sıfatları kabul hususunda birazcık nasip vermiş ve daha sonra isimlerin giysisinde sıfatları tecelli etmiştir ki herkes kendi istidadı ölçüsünce o sıfatlardan nasibi olanı anlasın. İkinci olarak kulu edeplendirmek ve eğitmek içindir ki Hak Teâlâ için kendi nefsinden isim ve sıfat uydurmasın; aksine O’nun kendisini adlandırdığı isimle adlandırsın ve kendisini sıfatlandırdığı sıfatla sıfatlandırsın.”
İsim ve sıfatların varlığına dair yapılan tespitten sonra geldiğim noktada Tevhid ilminin ne olduğu meselesiydi. Her mecliste Tevhid’in önemine dair vurgulamalarla karşılaşıyor ancak ciddiyetine varmakta sorun yaşıyordum. “Tevhide ulaşmak zordur ama kolayı vardır.” demişti hocam, ona sorunca. “Nedir deyince”, İmam-ı Şibli’den iktibasla, “Kim ona ulaştığını sanırsa, hâsılı yoktur; kim ona yakın olduğunu sanırsa, uzaktır; kim bulduğunu sanırsa, kaybetmiştir. Sizin akıllarınıza ve vehimlerinize gelen en ince manalardan ve idraklerden münezzehtir. Zira bunların hepsi, sizin zannınız ve mahsulünüzdür. Sizin gibi yaratılmış ve üretilmiştir.” demişti ve “Sende bu ölçüyü göz önünde bulundur ve zaman içinde varacağın noktalarda takınman gereken tavrı bil.” diye eklemişti.
İşte sınırlandırma yapılacak ise böyle yapılacaktı. Orhan Pamuk’un Kar kitabındaki karakterlerden sanıyorum Kemal, Kars’ta bir otel odasının penceresinden yağan karı izlerken için eriyor ve şunu düşünüyordu: “Karın yağışında Allah’ı görüyorum.”
Fakat gördüğü şey yalnızca bir idrak patlamasıydı. İdrak ettiği şeyin O olduğunu sanması ve orada takılı kalması yanılgıdan ibaret olurdu. Çünkü “Daha ilerisine varamadığın şey, senin anlayışının sonudur, Allah değil.”
İbrahim Orhun Kaplan
1 Yorum