İnsan Bilimlerine Prolegomena

Mütercimin Önsözü

Bu derlemenin adını İnsan Bilimlerine Prolegomena yerine “Anlam Bilimlerine Prolegomena” koymak isterdim.[1] Fakat, “anlam” ve benzeri şeyleri bilimden kapı dışarı etmeyi en yüksek değer olarak benimsemiş bir bilim anlayışının (objektivizm ya da nesnelcilik) egemen olduğu bir ülkede, bu adlandırmamın muhatapsız kalabileceğini, hatta gülünç bulunabileceğini düşündüm. Herşeye rağmen, “insan bilimleri,” “sosyal bilimler,” “kültür bilimleri” ve “kültürel bilimler” gibi terimler yerine anlam bilimleri teriminin kullanılmasının daha yerinde ve uygun olabileceğini düşünüyorum.

Bu önerim için kendimce haklı ve dikkate değer gerçeklerim de var ve elinizdeki metinde yeralan yazılarda öne sürülen düşüncelere anlam bilimleri terimine meşruiyet ve geçerlilik talebinde bulunan metinler olarak bakılabilir.

Derleme’nin Birinci Bölüm’ü dil hakkındaki metinlerden oluşuyor. İnsan öncelikle, rasyonel bir varlık ya da akıl sahibi bir varlık değildir; insan homo hermenia’dır. İnsan öncelikle anlayan ve yorumlayan bir varlıktır. Heidegger’le Gadamer’in ısrarla belirttikleri üzere, “anlam” denilen şeye yalnızca insan sahip olabilir ve anlaşılan şey dildir. Anlam dildedir. İnsan öncelikle “dili” olan ve “konuşan,” dolayısıyla dinleyebilen varlıktır. Boşluğa değil, dile doğarız. İnsan atalarımızın durumunda olduğu gibi ve henüz doğmamış çocuklarımızın durumunda olacağı gibi, bizim durumumuzda da dil biz doğmadan önce vardır. Dil anne rahmi, dil yuva, dil memlekettir. Çünkü anlam ondadır. Lebenswelt dildir; praksis dildir ve akıl, deney ve gözlem, bilim ve bilimdışı dilde ikamet ederler. Yine de bu, insan ve toplum hayatındaki herşeyi bir tek faktöre, bir tek kaynağa indirgemek değildir, başka bir söyleyişle bir monizm türü değildir; çünkü dil daima belirsizdir ve bu belirsizlik, başta düşünme özgürlüğümüz olmak üzere, bütün özgürlüklerimizin beslendiği uçurumdur (aporia).

Aydınlanma düşüncesi “geleneğe” açılmış bir savaştı; gelenek aklın karşı kutbunda yer alıyordu ve rasyonel, objektif bilgi adına reddedilmeliydi. Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de sosyal bilimler bu anlayışın ışığında şekillendiler ve ”gelenek”  bizim toplumumuzda da “muhafazakar” ideolojilerin simgesi olarak görüldü. Bilimsel düşüncenin ve düşünmenin gelenekle hiçbir olumsuz ilişkisi olamazdı. Elinizdeki metnin İkinci Bölüm’ü bu düşüncenin doğru olmadığını gösteren metinlerden oluşuyor. Bilimin arkasında bilimsel düşünme gelenekleri vardır; Aydınlanma geleneğinin kendisi, kaynağı Platon’a kadar geri götürülebilecek “rasyonalist” geleneğin varisidir ve bugün çağdaş sosyal bilimler literatüründe “Aydınlanma Geleneği” terimini kullanmanın sosyal bilimler açısından hiçbir sakıncası yok.

Dil geleneklerin geleneğidir; dil diğer bütün geleneklerin anasıdır. Fakat, dil, kulağa hitabeden, söylenebilen, işitilebilen ve bu nedenle anlaşılabilen, yorumlanabilen birşeydir. “yorum” konusu bu derlemenin Üçüncü Bölümü’nü oluşturuyor.

Elinizdeki kitabın içeriği konusunda, çok şey söylenebilir; fakat ben bu kısa girişte başka şeylerden sözetmek, özellikle de tercüme hakkında konuşmak ve biraz da bu kitaptaki metinlerin mütercimi (çevirmeni mi demeliydim ‘çevirmen’ terimini kullanmak beni daha modern, daha derin biri haline mi dönüştürür?) ve sosyal bilimler alanında çalışan bir akademisyen olarak kendimden sözetmek istiyorum.

Benim gibi, “tercüme yapmayı” kendisine ciddi bir meşgale olarak görenlere, akademik ve entellektüel dünyamızda sık sık yapılan suçlamalardan biri, onların “özgün” metinler yazamadıkları, “özgün” fikirler yaratamadıkları için “tercüme” yaptıklarıdır. “Tercüme”yi hafife alan bu anlayışı, entellektüel hayatımız için çok büyük bir tehlike olarak görüyorum; bu suçlamayı yapanlar, düşüncenin ve düşünmenin ülkemizdeki “bilinçsiz” düşmanlarıdır. Çünkü insan tercümeyle, başka dünyalara açılır. Tercüme ötekiyle, farklı olanla, bize benzemeyenle diyalogdur. Büyük tarihsel entellektüel dönüşüm süreçlerinin arka bahçesinde büyük tercüme hareketleri vardır. İslam düşüncesinin sekiz ve onbirinci yüzyıllar arasındaki çiçeklenişini ve Rönesans’ı düşünün. Tercüme bizi nisbeten homojen kendi entellektüel dünyamızdan kurtarır ve düşüncede kozmopoliteye açar.  Kozmopoliteye açılmak, farklı düşüncelere ve bakış açılarına ve söylemeye bile gerek yoktur ki, başka dillere ve dünya görüşlerine açılmaktır. Düşünce ve düşünür yalnızca kozmopolit düşünce iklimlerinde doğabilir. Düşüncenin gübresi farklılıktır; homojenite değil. Doğru, yazmadım; yazamadım, fakat tercüme yaptığım için değil, başka nedenlerle yazamadım. Birincileyin, insanın kelimenin derin anlamıyla, “yazabilmesi” için,  “yazma geleneği” olan bir toplumun ürünü olması gerekir. Ben böyle bir geleneğin ürünü değilim. Yazmayı öğrenmemiz ve bunu yapabilmek için çok çaba harcamamız gerekiyor. Yazmayı öğrenmek “olmak”tır ve “olmak” dünyanın en zor işlerinden biridir. Yazma cüretinde bulundum; beceremedim. Tercümenin iyi bir yazmayı öğrenme okulu olabileceğini-tercümenin biricik yararı bu değildir elbette- düşündüm. İkincileyin ve birincisi kadar önemlisi, insan hayatındaki birçok şey gibi, yazmak, iyi bir yazar olmak, kayda değer düşüncelere üretmek de baht ve kısmet işidir. Bahtın ve kısmetin temel özelliği, size ne zaman güleceğini önceden bilemeyeceğiniz şeyler olmalarıdır. Düşünceyi, düşünmeyi, okumayı ve yazmayı, virgülü, soru işaretini, harfi ve kelimeyi seven başka her insan gibi, ben de önemli düşüncelere imzasını atmış büyük bir yazar olmak istedim. Her çömez fizikçi adayının ütopyası Einstein olmaktır!  Nietzsche gibi yazmak istedim. ”Yazmak kelimelerle dansıdır!” Ben bu dansı henüz öğrenemedim. Yazmak kalemin kâğıt üzerindeki mucizevi dansıdır.  Pist hazır; fakat dans edecek kalem yok!

Edebî metin tadı veren “bilimsel” metinler yazmak isterdim. Fakat akademide, akademik yazılarda “sıfat” kullanmak, mecaza, kinayeye, teşbihe başvurmak neredeyse yasaktır; akademik yazı, retorik araçlar kullanmamalıdır. Uslüp, entellektüel günahların en büyüğüdür. Çünkü, sıfatsız, uslüpsuz yazı, dil figürlerini(mecaz gibi) kullanmayan yazı, aksi durumdaki yazıdan daha “objektif”tir (daha bilimseldir demeliydim). Bu anlayış bize, retoriğe karşı bir retorik, üsluba karşı bir uslüp buyurur. Akademik olsun ya da olmasın, eğer bir yazı da yazarın kendisini bulamıyorsanız; o yazı okunmaya değer bir yazı değildir. Objektif bir yazı olabilir; çünkü içinde yazar yoktur, yazarın kendi tezi ve fikri, kendi kafa gerilimleri ve problemleri, kendi entellektüel duruşu, çok daha önemlisi kalbi yoktur ve o yazı bu yüzden içeriksizdir. Üslubu, uslüpsuzlukdur. Fakat, üslubumuz başkalarından farklılığımız, uslübumuz kişiliğimizdir. Ben hep bir tarzım, bir uslübum olsun düşü gördüm ve çekiç kullanmayı hayal ettim; ve kötülüğün kol gezdiği bir güçler arenasında fırça kullanmanın lüks olabileceğini düşündüm. Kalemi çekiç olarak kullanmak istedim; akademik büyüklerimiz, bu isteğimi ve rüya mı, düşündüğüm şey yapmayı tasarlayan başka herkesin rüyası gibi, kuşkuyla ve düşmanlıkla karşıladılar. Yazılarımız, kişiliğimizden izler taşımamalıydı.

Tercüme yapmak kelimelerle ve dille sevişmektir. Tercümeyi hafife almak olsa olsa, cehalet göstergesi olabilir.

“Yazmıyorsun, tercüme yapıyorsun!“ Nakaratının sahipleri, yabancı dil (birkaç yabancı dili) bildiklerini düşünürler ve yazılarını bildikleri bu yabancı kelimelerde kaleme alarak yayınladıklarında, büyük yazarlar ve akademisyenler oldukları vehmiyle yaşarlar. Ana dillerinde yazdıkları ya da yazamadıkları yazıları önemsemezler. Ana dillerini önemsemezler. Düşünce ve düşünme ustası olmanın başlıca şartının, düşünceyi ve düşünmeyi ana dilde öğrenmek olduğunu kolayca unuturlar. Akademik ve entellektüel pazar bunu gerektirir. Nietzscheci bir uslüpla dile getirmek gerekirse, düşünme kelimelerle danstır; hiç kimse ana dilinde düşünmeyi ve yazmayı öğrenmeksizin, yabancı bir dilde düşünme ve yazı ustası olamaz. Fakat, kendi ana dillerinde düşünmeyi ve yazmayı beceremedikleri halde yabancı dillerde yazarlar ve yazılarını “küreselleşme“ ya da “kokakolanizasyon” çağının uluslararası entellektüel bit pazarlarında satışa sunduktan  sonra, “Yerel“ meslektaşlarına caka satmaya bayılırlar. Gerçekte, yazılarımın küresel pazarda da pek alıcıları yoktur; gerçekte birçok durumda yazılarını kendilerinin kaleme aldıkları da kuşkuludur. Onlar, bu yabancı dillerde yazılmış yazılarını okuduğumuzda da rahatlıkla anlayabilirsiniz ki, yazar ve akademisyen değil, yazar ve akademisyen karikatürleridir. Söz konusu yazıları, ana dillerine tercüme etmeye bile cesaret edemezler; çünkü işler boştur ya da tekrarın tekrarıdır. Onlar da kokakola üretmek isterler; fakat ürettikleri kokakolanın karikatürüdür.

Onlar uluslararasıdırlar; kütüphaneleri yoktur, yalnızca bilgisayarları ve internetleri vardır. Ve yalnızca bilgisayarları ve internetleri vardır. Kalemle dansı değil, sanal dansı bilirler. Sanal entellektüel muhabbetlere bayılırlar ve buradan bir sanal düşünceler çöplüğü doğar. Değişmeyen amaçları yeni ülkeler, yeni insanlar tanımak, yeni kongre ve iş bağlantıları kurmak, yeni ve özgür ilişkilere girmektir. Ülkeleri sıkıcıdır; kaçmak isterler ve bu yüzden ülkelerinin olmamasını tercih ederler; her yere aittirler ve bu yüzden hiçbir yere ait değildirler. En azından böyle bir vehimle yaşarlar. Yabancılar medeni ve iyi değiller; hemşehriler azgelişmiş ve cüzzamlıdır. Kendi komiteleri içinde yaşanılamaz bir ortamdır ve gerçekte arayışları entellektüel bir arayış değildir; yeni ve farklı bir komünite (cemaat mi demeliydim?) arayışıdır. Kendi kültürlerinin toplumsal yaptırımlar rejimi acımasızdır; tek kurtuluş ve “özgürlüğün“ cennetine giden yol, dışarı çıkmaktır. Novalis “Bütün dönüşler yuvayadır” der; yuva memlekettir (bir entellektüel patriyot muyum? Belki! Fakat başka bağlılıklar ne kadar normalse, anadile bağlılıkta o kadar normaldir. Kokakolaya, blucine, üniversalizme, hümanizme, feminizme ve buna benzer bağlılık neden erdem olsun!). Yuvamız dinimizdir. Bunun onlar için önemi yoktur. Akademisyen oldukları için gezmezler; gezdikleri için akademisyendirler. Onlar, akademisyen turistler değil, turist akademisyenlerdir. ”Düşünmek için durmak lazım!” der Alain. Onlar, sanal akademik dünyanın sanal aktörleridir ve ürettikleri ürünlerde sanaldır. Onlar katıldıkları atelye çalışmalarında meslektaşlarıyla diyaloga ve tartışmaya girdiklerinde, akademik faaliyetin temel şartlarından birini yerine getirdiklerini düşünürler; entellektüel faaliyetin temel şartlarından bir diğeri akıllarına bile gelmez; bu entellektüelin geçmiş ve gelenekle girdiği diyalogdur ve buda turist akademisinin asla beceremeyeceği için antipati ile baktığı birşeydir.

“Mafya“ teriminin yalnızca sıradan insanların dünyalarındaki oluşumlar için kullanılıyor olması, terimin talihsizliğidir. İnsan ve toplum hayatında, “mafya” teriminin görev yapamayacağı hiçbir alan yoktur. Entellektüel hayatın da, diğer hayat alanlarının olduğu gibi mafyaları vardır. Sanal akademisyenler ve entellektüeller, daha yerinde ve uygun bir söyleyişle tele-entellektüeller akademik ve entellektüel mafyalara (bunlar yer de olabilir yabancı da) girdiklerinde önlerinde, aksi durumda asla sahip olamayacakları imkânlar açılır; kongrelere ve sempozyumlara kabul edilirler; yeni iş imkânları doğar; burslar elde ederler; yazıları yayınlanır; yazılarına atıflar yapılır; modern dünyanın kutsal mekanlarında “turist akademisyenler” olarak yaşama fırsatları ortaya çıkar.

Onlar, entellektüel problemlerini kendileri keşfedemezler; çünkü problem keşfetme yeteneğinden yoksundurlar. Onlar, uluslararası entellektüel pazarda, bu pazarın egemenlerince popüler hala getirilmiş “pop” problemler üzerine çalışmayı ve yazmayı severler; çünkü, bunu yapmadıklarında, uluslararası kurumlara, kongrelere ve sempozyumlara, dergilere ve kitaplara kabul edilmeyeceklerini iyi bilirler. Çünkü egemen entellektüel oyunun kuralları, bu kuralları koyan egemen yapılarca belirlenmiştir; inisiyatif her durumda bu egemenlerdedir. Fakat onlar için bunun hiçbir önemi yoktur ve yine de onlar heryerde insanlığın ezilen kesiminin (mini etnisitelerin, erkek tahakkümünün kölelere çevirdiği kadınların vb.) kurtarıcıları olduklarını söylerler. Memlekete ve kendi kültürlerine küfrettiklerine küfrettikleri her yerde kabul görme şansları vardır. Müthiş bir acıma duyguları vardır ve duygunun yalnızca kendilerini tatmine yaradığı akıllarına bile gelmez![2]

Derlemeye dönelim. Elinizdeki derlemeyi yaparken, Ortodoks bilimler tasnifine ve düzenine bağlı kalmadım. Disiplinler arasındaki sınırların veya disiplinleri birbirinden ayıran sınırlar bulunduğu fikrinin, entellektüel iş bölümünü yansıtıyor olmak dışında hiçbir önemi ve yararı bulunmadığına inanıyorum. Bilimleri birbirinden ayırmamızı sağlayacak doğal ve evrensel sınırlar yoktur; en iyi durumda bu sınırlar insan emeğinin ürünü ve inşa edilmiş sınırlarıdır. Elinizdeki metinde bu sınırları ihlal ettim; üstelik düşünce hayatı sözkonusu olduğunda sınır ihlal etmenin bir erdem olduğuna inanıyorum; düşünce alanında her yenilik sınır ihlalidir. Ortodoks ve dolayısıyla tutucu akademisyenler, komşu disiplinlere mensup akademisyenlerin, kendi disiplinlerinin sınırlarını ihlal etmelerinden hoşlanmazlar. Onlar, entellektüel bekçi veya entellektüel sınır güvenlik muhafızları olmak isterler ve öyledirler de. Bütün sınırlar gibi, entellektüel disiplinler arasına çekilen sınırlar da daraltıcı, baskı altına alıcı bir norm ya da kural işlevi görürler. Bu sınırların bekçileri olan akademisyenlerin dar kafalı ve at gözlüğü takmış kişiler olmalarında şaşırtıcı bir şey yok! Kendi disiplinin sınırlarının dışına çıkamayan entellektüel özgür bir kafaya sahip değildir; o, gönüllü mahpustur.

Elinizdeki kitapta yeralan metinler herkes için değildir; çünkü herkes için hiçkimse için’e eşdeğerde bir şeydir ve onların muhatapları bellidir. Bu metinler, kafası yaralı insanlar için derlendi ve tercüme edildi. Kafası yaralı olmak, sahici entellektüel sorunları olmaktır. Yine de ben her metnin muhataplarını yaratma yeteneği bulunduğunu ve bunun elinizdeki metinler için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu metinlerin potansiyel okuyucularına ya da muhataplarına ipuçları verebilmek için, şu soruya kabaca da olsa cevap verme gereği duyuyorum: Bu metinlerin Batı entellektüel tarihi içindeki yeri neresidir?

Batı entellektüel tarihini, çok genel düzeyde, iki ana geleneğe ayırmak mümkündür (elbette bütün ayırımlar gibi bu ayırım da bir anlayışın ürünüdür): bu ana geleneklerden biri okülersentirik/gözmerkezci/görme merkezci gelenek (platoncu gelenek, Kartezenizm, Anglo-sakson gelenek, analitik, post-analitik gelenek veya genelde locikosentrik/mantık merkezci gelenek de denilebilir); ikincisi, logosentrik/sözmerkezci/dil merkezci gelenek (Aristotolesçi gelenek, retorik gelenek, hermeneutik gelenek veya Kıta Avrupası geleneği de denilebilir). Elinizdeki kitapta yeralan metinler Logosentirik geleneğe mensup yazar ve düşünürlerin metinleridir.

Çok daha özelde bu metinlere, Batı’da yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra ivme kazanan “dile dönüş (lingüistik turn)” “akıl”dan, “olgu”dan “dil”e dönüş akımının tipik metinleri olarak bakılabilir. Fakat burada, Batı’da hemen hemen aynı zaman dilimi içinde gerçekleşen iki “dile dönüş” hareketinin farklı entellektüel yönelimler oldukları unutulmamalıdır. Bu kitapta yeralan yazılar, Analitik gelenek içinde gerçekleşen dile dönüş akımına değil, Kıta Avrupası geleneği içinde gelişen bir dile dönüş akımına aittirler.

“Önsöz yazarın, son söz okuyucunun hakkıdır,” der Nietzsche; söz okuyucunun…

Hüsamettin Arslan


[1] İnsanlar gibi kitapların da kaderleri vardır. Elinizdeki kitabın da bir kaderi var. Öncelikle belirtmeliyim ki, o, ”yöntem” fikrini tartışan yöntemi ya da yöntemleri anlatan değil ve henüz bitiremediğim bir metnin hazırlık sürecinde üzerinde kafa yorduğum bir literatürden seçerek tercüme ettiğim metinlerden oluşuyor. Kendi metnimi yazarken yararlandığım literatürün çok küçük bir kısmı da olsa yayınlamayı öncelikle kendime karşı dürüstlük saydım. Kitaplarını yazarken kendi metinlerine temel teşkil eden metinleri, ana dilinin mensuplarından saklayan yazarları sevmiyorum. Çünkü bu tutum, yazara, daha önce söylenmemiş önemli fikirleri söylediği izlenimini bırakma fırsatı yaratır. Önce, bu derlemeyi tek cilde toplamayı düşündüm, fakat bazı kaygılarla bunu yapmadım ve derlediğim ve tercüme ettiğim metinleri üçe bölerek üç cilt halinde yayınladım. Bu metinlerin kaderinin garip bir cilvesi olarak, önce yayınlanması gereken İnsan Bilimlerine Prolegomena/Dil, Gelenek ve Yorum diğerlerinden daha sonra yayınlanıyor. Diğer ciltlerden biri, kısa bir süre önce Paradigma tarafından Retorik, Hermeneutik ve Sosyal Bilimler İnsan Bilimlerinde Retoriğe Dönüş adıyla; diğeri, Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler/ Gadamer- Habermas, Gadamer-Ricoeur, Gadamer Derrida Tartışması adıyla yayınlandı. Bu metnin potansiyel okuyucularının,  üç ayrı kitap olarak yayınlanan ve bu üç kitabın içeriğini oluşturan metinlerin tümünü okuyacaklarını ümit ediyorum.

[2] Yukarda eleştirel bir tavırla sözettiğim akademisyen tipi dışında kalan az sayıda akademisyenin hakkını yemek istemem ve onların bu eleştirimi kendi üzerlerine almayacaklarından eminim; fakat ne yazık ki istisnalar kaideyi (kuralı) bozmaz, doğrular.

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir