İman ve İnkârın Felsefî Temelleri

Künye: İman ve İnkârın Felsefesi, Do.ç Dr. İsmail Çetin, Emin Yayınları, 1.Baskı, Bursa 2010.

***

Her inanç bilgi olmadığı halde, her bilgide bir inanç boyutunun varlığı kabul edilmek durumundadır. (s.39)

İnanç daha çok zihinde biten ve orayla sınırlı kalan bir durum iken, imanda zihni aşan ve insan benliğinin derinlerinde kök salan bir mahiyet söz konusudur. (s.40)

Oysa imanda inançtan farklı olarak sevgi ve aşk vardır. (s.40)

İmanda bir güven ve teslimiyetin bulunduğu gerçeğini dikkate aldığımızda, iman ile şüphe ve tereddüdün neden bir arada bulunamayacağını anlamamız ve anlatmamız da kolaylaşacaktır. (s.41)

Yine bunun içindir ki, insan hayatında inançlar sık ve kolay bir şekilde değişip yerlerine yenileri benimsenirken, imandaki herhangi bir değişim çok daha zor olmakta ve güçlü çalkantıları da beraberinde getirebilmektedir. (s.42)

Özellikle hristiyan teologlar arasında yaygın olan görüşe göre, iman daima inanç ile bilgi arasındadır (inançtan sonra, bilgiden önce gerçekleşir) ve bu sıralamanın değişmesi de söz konusu değildir. (s.43)

İslam düşünce geleneğinde hâkim olan görüş, Allah’ın varlığına inanmanın fıtri olduğu ve imanın evrende yer alan varlıklar hakkında edinilmiş bilgiye dayandırılabileceği istikametindedir. (s.44)

Çünkü hristiyan imanında akılla temellendirilip izah edilmesi imkânsız görünen inanç esasları bulunmasına karşılık, İslam’da hiçbir zaman akla rağmen, akıl bir kenara itilerek iman edilmesi istenmiştir. Aksine, insanları İslam imanına çağıran Kur’an ayetleri, birçok yerde, gerçek imana ulaşmak için aklın bütün imkanlarıyla kullanılmasını da teşvik etmekten geri durmamıştır. (s.44)

Thomas Aquinas’ın da işaret ettiği gibi, iman insanın iç dünyasında gerçekleşen bir tasdikle başlar; bu, imanın dahili (inner) boyutudur. Ancak, tam ve insanı kurtuluşa götürecek bir imandan söz edebilmek için, içeride gerçekleşen tasdikin başka insanlara da ifade edilmesi ve insanın her bir davranışında etkilerinin görülmesi gerekir. Bu da imanın dış (outward) boyutudur. (s.49)

Herhangi bir inancın birtakım aşamalardan geçerek bilgi ya da imana dönüşmesi pekâlâ mümkündür. (s.50)

Gerçek imanın kendisine uygun davranışları (salih amel) da kaçınılmaz olarak beraberinde getirmesi gerektiği, davranış şartı yerine getirilmedikçe imanın eksik kalacağı İslam düşünce geleneğinde hâkim olan bir görüştür. (s.50)

Mesela, Kuran’a baktığımızda, onun kendisinin getirdiği iman anlayışına yapılan itirazlara yer verdiğini ve bu itirazları ciddiye alarak onları cevaplandırma yoluna gittiğini görmekteyiz. (s.52)

Antropolojiden öğrendiğimize göre, insanın en temel vasıflarından biri, onun gelişen, gelişmeye açık ve gelişmeyi arzu eden bir varlık olmasıdır. (s.53)

Bizde bir tanrı fikri bulunduğu için tanrı var değildir; aksine, zorunlu ve mükemmel bir varlık olarak tanrı mevcut olduğu için bizde onun varlığına dair bir fikir bulunmaktadır. Bu fikrin varlığı, tanrının var olduğunun en açık kanıtıdır. Çünkü sonsuz varlığa ait fikri biz kendimiz oluşturamayacağımız gibi, onu dışımızdaki diğer sonlu varlıklardan da edinmiş olamayız. (s.62)

Başlangıcı olan her şeyin bir sebebi olmalıdır. (s.78)

Çünkü var olanların dayandığı bir sebebin bulunduğu yargısı, onlar için herhangi bir sebep aramanın anlamsız olduğu iddiasından daha rasyonel ve daha açıklayıcıdır. (s.82)

Kant’a göre, kendi varlığımız üzerinde düşündüğümüzde, her insanda bir yükümlülük duygusunun bulunduğunu görmekteyiz. Kendisinde bu duygunun bulunmadığını söyleyecek hiçbir insan yoktur. Bu demektir ki, insan, zorunlu olarak (yapısı gereği) ahlaki bir karaktere sahiptir. Bütün ahlaki kavramlar ve değerler en yüksek derecede insanda mevcuttur. (s.99)

Ahlaklılık ile mutluğun birleşmesi anlamına gelen en yüksek iyinin gerçekleşmesi bu dünyada mümkün olmadığına göre, pratik akıl bizi en yüksek iyinin gerçekleşeceği başka bir hayatın (ruhun ölümsüzlüğü) varlığını bir postülat olarak kabul etmeye zorlamaktadır. (s.100)

Evrende görülen varlıkların en mükemmeli olan insanın yapıp etmelerini düzenlemesi için kendisine verilmiş bir kural ya da hayat tarzından bağımsız olabileceği düşünülemez. (s.101)

Eğer insanın uymakla yükümlü olduğu bir ahlak kuralı varsa, bu kuralla birlikte onu belirleyen üstün bir varlığın var olduğu da kaçınılmaz olarak kabul edilmelidir. (s.101)

Herhangi bir insanın tanrı’nın varlığına inanmak için mutlaka delile ihtiyaç duyacağını ya da delile dayanmayan bir imanın hiçbir değerinin olmayacağını söylemek elbette mümkün ve doğru bir şey değildir. (s.106)

Ortaçağın sonlarında insanlar üzerindeki inandırıcılığını ve gücünü büyük ölçüde kaybetmiş olan kilisenin öteden veri uygulamakta olduğu baskı ve zorlamalardan vazgeçmeye bir türlü yanaşmaması, modern dönemde ateizme uygun zemin hazırlamanın yollarını arayan düşünürler tarafından önemli bir fırsat olarak görülmüş; dini inançları açıklama ve belirleme otoritesini elinde bulunduran ruhban sınıfının keyfi yorumları insanların din ve Tanrı inancından nefret eder hale getirilmesinde hatırı sayılır bir rol almıştır. Diğer yandan, yeniçağda pozitif bilimler alanında ortaya konan baş döndürücü gelişmeler ile bilimsel keşiflerin dini inancın kaynağı olarak gösterilen kutsal metinlere sonradan sokulmuş ve gerçeklikten uzak iddialarla açıkça çelişmesi, insanların ateizme duydukları ilgiyi daha da güçlendirmiştir. (s.115)

Kanunluluğun olmadığı yerde özgürlük de yoktur. (s.123)

Platon’un (MÖ 427-347) bilgiyi ‘doğrulanmış ya da kanıta dayalı inanç’ olarak gören anlayışına uygun düştüğünü de belirtmeliyiz. (s.146)

Herhangi bir önermenin doğruluğuna inanmak, bu önermenin mevcut alternatiflerin en muhtemeli (probable) olduğunu kabul etmekten ibarettir. (s.148)

Eğer Tanrı’nın varlığını ya da yokluğunu iddia eden önermelerden biri bilgi kesinliğine sahip olsaydı ve insan önünde bulunan tek alternatifi kabul etmek zorunda kalsaydı, insanın iman ya da inkârından şimdi olduğu kadar sorumlu tutulması da mümkün olmazdı. (s. 154)

Rasyonel düşünme ve konuşmalarımızda, yalnızca kesinliği doğrulanmış önermeleri değil, belki onlardan fazla, doğrulanma imkânına sahip olduğuna inandığımız ve ihtimalî bilgi olarak değerlendirdiğimiz önermeleri de kullandığımızı her gün yaşamakta olduğumuz tecrübelerimizden bilmekteyiz. (s. 155)

 

Aktaran: Serdar Kocabaş

 

 

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Mu'cizât-ı Kur'âniye Risalesi , 02/07/2018

    Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken,
    Başka burhan aramak aklıma zâid görünür.
    Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken,
    Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
    (25.söz)

  • İsa , 30/06/2018

    Kitabın başlığına göre içerik zayıf kalmış.

  • Çaylak Hekim , 28/06/2018

    sayfa 154’den aktarılan cümle Kuran’ın baştan sonra reddedilemeyecek derecede apaçık olmasıyla çelişmektedir.
    Kafirin inkar sebebi haşa bilginin kesin olmaması değil kendi kibrili, kıskanç ve fasık oluşundandır.

    “Şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın Resülüdür! Bu apaçıktır!”

    Neml suresi 14.ayette
    >Kendileri bunların hak olduğunu kesin olarak bildikleri halde, sırf zulüm ve kibirle onu inkar ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak! (Bahrül Medid 7.Cilt-Sayfa 15,16)

    Tegabün suresi 6. ayette
    >Bunun sebebi şudur: Peygamberleri, onlara apaçık mucizeler getirdi, onlar ise, “Bir insan mı bizi doğru yola iletecek? dediler ve inkar edip yüz çevirdiler. Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi. Allah ganidir, her türlü övgüye layıktır.

    Bakara-99
    Hiç şüphesiz biz sana apaçık ayetler indirdik, onları ancak fasıklar inkar eder. – Bahrül Medid

    Bakara-109
    Ehl-i kitaptan çoğu, kendilerine hak apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler. Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar siz onları affedini kendilerinden yüz çevirin, Şüphesiz Allah herşeye kadirdir. – Bahrül Medid

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir