
Künye: Hayal Gücünü Eğitmek, Northrop Frye, Ketebe Yayınları, İstanbul, Ekim 2020
***
Fakat bakış açınız ister Batılı olsun ister Doğulu, dünyaya sadece baktığınız sürece, zekâ ve duygular zihninizde asla bir araya gelmeyecektir. (s. 14)
Mutat ruh haliniz bilinçli olmayla kol kola giden ayrı olma hissidir ve “o benim bir parçam değil” hissi çok geçmeden “benim istediğim bu değil”e dönüşür. “İstemek” kelimesine dikkatinizi çekerim. (s. 14)
İnsan eylemlerinin harekete geçirici gücü arzudur ve bu arzulardan bazıları yiyecek, barınma ve ısınma gibi ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlardan biri cinseldir: Üreme ve daha fazla insanı dünyaya getirme arzusu. Ama aynı zamanda toplumsal bir beşeri biçimi dünyaya getirme arzusu da vardır: Medeniyet adını verdiğimiz şehirler, bahçeler ve çiftlikler. Birçok hayvan ve böcek de bu toplumsal biçime sahiptir, ama insan türünün farkı buna sahip olduğunu bilmesidir. Yaptıklarını yapıldığını tahayyül edebildiği şeylerle kıyaslayabilir. Böylece insan ilişkilerinin şemasında hayal gücünün nereye oturduğunu görmeye başlıyoruz. (s. 16)
Sanat ise gördüğümüz dünyayla değil, inşa ettiğimiz dünyayla başlar. Hayal gücünden yola çıkar, sonra gündelik deneyime ilerler. (s. 17)
İnsanlar geçmişten beri hep uçabilmeyi istemiştir ve binlerce yıl önce kanatlı boğa heykelleri yapıyor, yapay kanatlarla çok yükseklere uçtuğu için güneşte eriyen insanların hikâyelerini anlatıyorlardı. Bin beş yüzyıl önce yazılmış bir Hint oyunu olan Sakuntala’da bir at arabasıyla uçan bir tanrı vardır ki, günümüz okurları bunu pekâlâ özel uçağa benzetebilir. Yazarın hayal gücünün bu kadar kuvvetli olması ilginçtir, ama artık özel uçaklarımız olduğuna göre böyle hikayelere ihtiyacımız var mı? (s. 19)
Yaratıcı zihinler ile nevrotik zihinlerin epey bir ortak yönü olduğunu geçerken belirtelim. İkisi de gördükleri şeyden memnun olmaz, ikisi de orada başka bir şey olması gerektiğine inanır ve ikisi de o şey oradaymış gibi davranmaya ya da orada olmasını sağlamaya çalışır. (s. 21)
Ama insanlar uçmak istedikleri için uçağa binmezler; bir yere daha hızlı gitmek istedikleri için uçağa binerler. Uçağı yaratan şey uçma arzusundan ziyade zamanın ve mekânın tiranlığına karşı bir isyandır. (s. 21)
Bir yazarın yazma arzusu ancak önceki edebiyat deneyimlerinden geliyor olabilir ve o güne dek ne okuduysa onu taklit ederek başlayacaktır ki, bu da genellikle etrafındaki insanlar ne yazıyorsa odur. (s. 27)
Edebiyatta asla yeni bir şey olmadığını iddia etmiyorum; sadece şunu diyorum: Her şey yenidir ama diğer yandan eskisiyle tanınabilir ölçüde aynı türdedir, tıpkı yeni bir bebeğin sahiden yeni bir birey olmasına karşın, aynı zamanda çok yaygın görülen bir şeyin (insan türünün) örneği olması ve ayrıca orada yaşayan ilk insanların soyundan geliyor olması gibi. (s. 30)
Victoria çağında bazı ebeveynler çocuklarının roman okumasına izin vermezlerdi, çünkü roman dediğin şey “gerçek” değildi. (s. 40)
Edebiyat aynı anda hem inşa edip hem içine girmeye çalıştığımız bir dünyadır. (s. 47)
Proust her şeyin geçmişe karışıp dağıldığı ve ileride ne olacağını asla bilemediğimiz gündelik deneyimlerimizin bize gerçeklik hakkında hiçbir his veremeyeceğini söyler, oysa biz buna gerçek hayat deriz. Gündelik deneyimde hiçbirimizin kütüphanedeki bir köpekten farkı yoktur, etrafımızda bir anlamlar dünyası olmasına karşın onun orada olduğunu bilmeyiz bile. (s. 51)
Yazar ne seyredendir ne düş gören. Edebiyat hayatı yansıtmaz, ama hayattan kaçtığını ya da el etek çektiğini de söyleyemeyiz: Edebiyat hayatı yutar. Ve hayal gücü her şeyi yutana kadar durmak nedir bilmez. Hangi doğrultuda başlarsak başlayalım, edebiyatın yol işaretleri hep aynı yöne, yani hiçbir şeyin insanın hayal gücünün dışında olmadığı bir dünyaya işaret etmeyi sürdürür. Hayal gücü yaşayan her şeyin düşmanı olan ve en azından şairlerin gözünde en nefret edilen, en çok korkulan tiran diyebileceğimiz zamanı parçalayabiliyor olsa bile, bu her şey için geçerlidir. (s. 51)
Çevrenizde son derece yapay bir toplum var, ama siz bunun yapay olduğunu düşünmüyorsunuz: O kadar alışmışsınız ki, size doğal geliyor. (s. 53)
Çoğu zaman kitap okumamızın sebebi tam da kitaplar dışında asla görmeyeceğimiz şeyleri bize sunmasıdır. Edebiyatta tamamen hayata benzer ne varsa orada biraz laboratuvar örneği gibidir. Edebiyatta bir şeyi gerçekten hayata kavuşturmak için hayata benzer olamayız: Edebiyata benzer olmamız gerekir. (s. 57)
Hayal gücü hem uygulamalı hem saf bilim için kesinlikle temeldir. Kafamızda deneyim modelleri oluşturmak, önsezilerimizi sonuna kadar götürmek, hipotezleri dilediğimiz gibi evirip çevirmek vs. için yapıcı bir güç olmadan, bilimciler hiçbir yere varamaz. (s. 59)
Romanlar ancak kendi kategorilerinde iyi ya da kötü diye nitelendirilebilir: Ahlaki gayesi ya da meramı tamamen okurunun ahlaki tutumuna bağlıdır ve bunun ne olacağını kimse kestiremez. Ve edebiyat ahlaken kötü olamayacağı gibi ahlaken iyi de değildir. (s. 59)
Edebiyat mutlu sonla biten aşk hikayeleriyle komedyalardan ibaret olsaydı, yalnızca bir hüsnü kuruntuyu ifade ederdi. Bazıları dünya zaten trajediyle doluyken şairlerin neden tragedyalar yazmak istediğini sorabilir ve bu tür şeylerden zevk almanın marazi ya da kötücül bir yanı olduğunu savunabilir. Bu doğru değil, ama edebiyat bunlardan ibaret olsa, doğru olabilirdi. (s. 61)
Hayatın kendisinden ne kadar çok deneyim elde edebilirsek edelim, hayal gücünün bize verdiği deneyim boyutunu hiçbir zaman hayatın kendisinden alamayız. Sadece sanat ve bilim bunu yapabilir ve içlerinde yalnızca edebiyat bize kendi gördüğü şekliyle insanın hayal gücünün tüm veçhelerini bütünlüğü içinde sunabilir. (s. 63)
Edebiyat bir gözlüğün iki camı gibi bir araya gelip aynı noktaya odaklanmış ve tamamen bilinçli bir görme haline gelmiş olan iki rüyadır: Biri hüsnü kuruntu, diğeri endişe. Platon’a göre, sanat uyanmış zihinler için bir rüyadır, gündelik hayattan alınmış bir hayal gücü eseridir ve rüyalara egemen olan kuvvetlerle sanata egemen olan kuvvetler aynıdır, ama sanat bize gerçekliğe dair başka bir yaklaşımla elde edemeyeceğimiz bir perspektif ve boyut kazandırır. (s. 64)
Eleştirmenin işlevi her edebiyat eserini bildiği bütün edebiyat eserlerinin ışığında yorumlamak, bir bütün olarak edebiyatın neyin nesi olduğunu anlamak için mütemadiyen çaba harcamaya devam etmektir. (s. 65)
Bir edebiyat eserini incelerken bir adım geri çekilip o eserin bütünsel yapısına bakmayı alışkanlık haline getirmek önemlidir. (s. 71)
Kanaatimce edebiyattaki değer yargıları aceleye getirilmemelidir. Bir öğrenciye A’nın B’den daha iyi olduğunu söylemek, özellikle de o sırada B’yi tercih ediyorsa, pek bir fayda sağlamaz. Değerleri kendisinin anlayıp hissetmesi ve bunu yaparken kendi bireysel temposunda ilerlemesi gerekir. (s. 71)
Belli edebiyat eserlerinin klasik olmasının birçok nedeni vardır ve bu nedenlerin çoğu salt edebidir. Ama başka bir neden daha var: Büyük bir edebiyat eseri aynı zamanda onu doğuran ulusun tüm kültür tarihini odak noktasına alan bir yerdir. (s. 76)
Hislerimiz vardır, ama bunlar sadece bizi ve hemen çevremizdekileri etkiler ve hisleri kelimelerle doğrudan aktarmak hiç de mümkün değildir. Zekâmız ve muhakeme kapasitemiz var olmasına var, ama günlük hayatta zekâyı kendi başına kullanma fırsatı neredeyse hiç gelmez. Pratikte yaptığımız her şeyde hayal gücü adını verdiğimiz duygu ve zekanın birleşimi iş başındadır. (s. 82)
Aktaran: Cenk Baran