
Künye: Halley Kimi Kurtarır, Salah Birsel, Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi, İstanbul, 1981
***
Uzun lafın kısası, istense de istenmese de toplumda birtakım kıpırdanmalar, değişmeler olacaktır. Bunlar karşısında başını kumun içine sokmak, günün değerlerine arka dönmek, iyi şiire kötü, kötü şiire iyi demek insanı nereye ulaştırır? (s.8)
Birbirimize sevgimizi yitirmemizin, birbirimizi otobüs duraklarında ya da kahve önlerinde kurşunlamamızın temelinde de bu sanat sevgisinin yokluğu yatmaktadır. Çünkü sanat sevgisi, bir yerde, insan sevgisiyle, toplum sevgisiyle birleşir. (s.11)
Camus 1957 yılında Nobel Yazın Ödülünü aldığı vakitler, Fransız yazarları onu nasıl yerden yere çalacaklarını düşünür dururlarmış. Kimileri onun modası geçmiş bir yazar olduğunu ileri sürerken, kimileri de artık tükendiğini, yazacaklarının tümünü yazdığını bangır bangır bağırıyorlardır. Bunlar arasında Camus’ye: «Terbiyeli küçük bir düşünür» diyenler de varmış. Hele kimileri onun Nobel ödülünü alacak güçte olmadığını ilan etmekten bile çekinmemişler. Gericiler ise onu komünistlikle suçlarken, komünistler de gericilikle karalıyormuş. Bir köpek dolabı ki içinden çıkabilirsen çık. Tanrı tanımazlar da onu dini bütün bir Hristiyan olmakla aşağılamışlar. Buna karşılık katolikler ona «kendini bile anlamamış bir Hristiyan» gözüyle bakarmış. Dahası var, kıskanç köpekler de ona çelme takmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlarmış. (s.11)
Bir de bakarsınız ki bugün solcu denilen bir kimseye yarın sağcı, öbür gün toplumcu, dördüncü gün ise faşo denilmektedir. Şu da var ki, yazarlarımız da haftanın üç günü solcu ise, üç günü de sağcıdır. Yalnız pazarları dinlenme günü olduğu için, o gün solculuğa, sağcılığa pek yelken açmazlar. (s.12)
Bir yazıda en önemli şey lafın dümenidir. Lafın dümenine söz geçiremediği için yazarlar yazılarını, çokluk, yinelemeler, pısmalar, öğürmeler, kemkümler, aksırıklar, tıksırıklar ve de bitmez tükenmez öykülerle doldururlar. Bunların arasında yazı sona erdiği halde, hızlarını alamayıp laf salatasını sürdürenlerin sayısı da oldukça kabarıktır. (s.21)
Polonyalı yazar Witold Gombrowicz 1954 yılında günlüğüne şunu kıstırmıştır: — Bir gün neden bunca büyük sanatçının XX. yüzyıl boyunca bu kadar okunmaz kitaplar yazdıkları öğrenilecektir. (s.22)
Türkçeyi nargilesine doldurup fokurdatan bir yazar da Orhan Veli’dir. Onun düzyazısı blan blan pırlantası gibi parlar. Şiir çevirileri de öyledir. La Fontaine’den en sağlam çevirileri belki Sabahattin Eyüboğlu yapmıştır ama La Fontaine’in tadını veren Orhan Veli’dir. (s.23)
Toparlayalım: yazı işi her safsatayı, biraz sağdan, biraz soldan çekeleyip okurların önüne sürmek değildir. O, herkeslerin bildiğini, bilinmez kılma sanatıdır. Bir başka deyişle, bilinenin bilinmeze tornistan edilmesinde büyük ustalıklar, büyük incelikler vardır. (s.24)
Doğrusu, en gerçek, en inandırıcı, en duygulu öyküler yaşamla kucak kucağa gelmiş, yaşama çift dalmış sözcüklere dayananlardır. (s.32)
Bir sözcük dizedeki yerinden ötürü değer kazanırken, bir de insanda uyandırdığı çağrışımdan değer alır. (s.40)
Aklınızdan geçen her sözcüğü, her imgeyi, her dizeyi şiire sokamazsınız. Bunu isteseniz de yapamazsınız. Her şiirin bir yapısı vardır. Bu yapı da sizin ileri sürdüğünüz taşı hemen oyun dışı, şiir dışı bırakır. (s.42)
Doğrusu insanlar, daha çok yaşamlarının sonlarında yeryüzüne dört elle sarılırlar. (s.46)
Birtakım duyguları, birtakım düşünceleri dile getirmek. Çünkü duygu ve düşünce, başkalarına iletildiği vakit duygu ve düşünce olur. (s.52)
Anılarını anlatanların ilk yapacakları şey bildiklerini, gördüklerini bütün çıplaklığı ve çirkefliği ile açığa vurmaktır. Ne yazık ki buna, hemen hemen hiçbir yazar uyamamıştır. Çokları ancak kendi hoşlarına gideni anlatır ve anılarının bir itiraf kitabı olmamasına çokça dikkat eder. Berlioz, anılarının önsözünde, bu noktaya açıkça değinir ve ancak küçük günahlarını açıklayacağını belirtir. Ama Berlioz (1803-1869) kendisini dünyanın en iyi insanı göstermeye kalkışmayacağına da söz verir. (s.53)
Yazarlar anılarını anlatırken kendileriyle ilgili gerçekleri örtmeye önem verirler ama, başkalarıyla ilgili gerçekleri kolayca açığa vururlar. Bunun için anılara başkalarının kusurlarını, küçüklüklerini, patavatsızlıklarını ve haksızlıklarını anlatan kitap gözüyle bakılsa yeridir. Şunu da unutmamak gerekir ki anıcılar ancak akıllarında kalanı yazarlar. Onlardan, akıllarında kalamayan şeyleri beklemek yersizdir. Kimi anıcılar da anı uydurmayı yeğlerler, görüp işittiklerinin yanı sıra, görüp işitmedikleri şeyleri de katarlar lakırdılarına. Kimileri de Strindberg ya da Tolstoy gibi anılarını romanlaştırarak sürerler piyasaya. (s.54)
Daha sonraki yıllarda ise her yerde boş-inan kazanları kaynatılmaya başlanır. Trablusgarp ile Balkan Savaşlarının Halley’in işi olduğunu söyleyenler ne kadar kalabalıksa Birinci Dünya Savaşını başlatanın da o olduğunu ileri sürenler o kadar çoktur. Kimileri ise Halley’in gizlice geri döndüğünü, ayın arkasına saklanarak Türklere zulümlü bakışlar savurduğunu davul zurna ile ilan etmişlerdir. (s.63)
Niçin uyanıp bu sefillik tozundan, toprağından silkinmeye uğraşmıyorsunuz? Kabahat herkesten çok kendinizde. Siz, sizi bu bilgisizlik ve geriliğe bağlayan düşüncelere destek oluyor, bu düşüncelerden yana çıkıyorsunuz. Düşüncelerinizi gerçekten açmaya çalışanlara sövüp sayarak, onların canlı, yeni, besleyici uyanlarını cinayet sayıyorsunuz. Onlar sizin bilgisizce hor görüşünüzden korkmasalar, lanetlemelerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrenleşmeye, kokuşmaya dönüşen bu derin gerileme yarasının kaynağını size pek büyük açıklıkla gösterecekler. Duyduğunuz her yeni düşünceye kızmayınız. Onları iyi karşılamak için anlama gücü kazanmaya bakınız. (s.65, Hüseyin Rahmi Gürpınar)
Şu bir düşüncedir ki, kimi kişiler -bunu söylemeden duramayacağım- insanları sevmedikleri gibi, başkalarının da sevmesine katlanamazlar. (s.68)
Diyeceğim, iyi bir yapıtın, soluklu bir yapıtın başka kitaplardan yararlanmasına pek olanak yoktur. Kimileri, şurdan burdan rüzgâr alsa da bu, bütünün içinde eriyip gider. Erimezse, a işte buna kızarım, bilin ki o kitap fitne ateşini yelpazelemekten başka işe yaramaz. (s.73)
İnsanın, sahaflarda, o yıllanmış, sandıklarda küflenmiş, tavan aralarında eprimiş kitapların kokusunu ciğerine çekmesi kadar, canını kaldırtan bir olay olamaz. Bir kitabı elinize alıp tartmanız, bir tapınağın kapısını yavaşça itercesine sayfalarını çevirmeniz az şey midir? (s.98)
Unutmayın ki, her kitap sizi istediğiniz yere götürmez. Ama öyleleri vardır ki size umduğunuzdan da çoğunu verir. (s.99)
Hiç unutmam, 436 defter sayfası tutmuş ve bir buçuk ayda bitmişti. İşin en güzel yanı, ben bu yapıtımla düzenli ve sürekli çalışmaya alışmıştım. Kendime bir program çizmiştim. Günde 10 sayfa yazmadan kalemi elimden bırakmıyordum. Kimi zaman canım sıkılıyor, ahlıyor, pufluyor, ama yine günde 10 sayfa çiziştiriyordum. Yalnız, arada bir kendime hile yaptığım da oluyor, ardı arkası kesilmeyen, tatsız tutsuz diyaloglar sayfaları doldurmak kurnazlığına yatıyordum. (s.128)
İlk yazım da, «Nezakettenmiş» adını taşıyordu. Bu da pisboğazlığımın bir öyküsüydü. Annemle konuk gittiğimiz evlerde sunulan şerbetlerin sonuna kadar içilmeyip, bardağın dibinde, hiç değilse, bir parmak bırakılmasına katlanamayan bir çocuğun çığlıklarıydı bu. Bu yazıyı da sekiz yaşımda yazdığımı çok iyi bilirim. O vakitler Serçe adındaki edebiyat dergisinin ikinci sayısında yayınlanmıştı. Serçe benim dergimdi. 16 sayfa ve daktilo kâğıdı büyüklüğündeydi. Elle yazılırdı. Tek nüshaydı. Tek okuru da bendim. Bir aralık, yazısı güzel bir arkadaşım dergiyi yazmayı üstlenmişti ama yazılar yine benden çıkardı. (s.128)
Kısacası, günlük yaşamımı hep yere sinerek, yani soluk alıp soluk verdiğimi belli etmeden, yani tenhamda bir başıma oturarak sürdürmek isterim. Karşı kaldırımdan bir tanıdık, bir dost geçse, çokluk onların gözüne çarpmamak için dokuz kapının zilini çalarım. Bu, onları sevmediğimden değildir. Gerektiğinde dostlarım uğrunda her türlü özveriye, gözümü kırpmadan katlanırım. Dostlarımı günün sereserpe saatlerinde de aklımda canlı olarak tutarım. Ne ki, onlara selam sarkıtmak, bir iki söz şavullamak istememişsem o anda bu işlerin beni sıkacağını sezinlediğimdendir. Çünkü o dakikada usum, başka düşünceler, başka çağrışımlar, başka dünyalarla şırlıyordur. Bir başka deyişle, kendi kendimle konuşma kurduğum saatlere rastlamıştır bunlar. Bu saatlerde ben, kendim olmayan biriyle, kendim olmayan bir sesle bir arada bulunmaya gelemem. (s.142)
Aktaran: Cenk Baran
1 Yorum