Künye: Hakikat ve Tefekkür, İbn Arabî, Hece Yayınları, Çev: Mahmut Kanık, 4. Baskı, Ankara, Şubat 2012.
***
Kuşeyri’ye göre, “el-feta” put kıran biridir ve her insanın putu da kendi nefsidir. (syf. 14)
Eğer asıl yükseliş aşağıya eğilişte olmasaydı
Hep yukarıda durmak isteyen başımız eğilmezdi aşağı
İşte bunun için Allah emretti secde etmemizi bize
Hem aşağıda hem de yukarıda Hakk’ı tanıyalım diye (syf. 28-29)
Din üzerinde toplanmak ve ayrılığa düşmemek gerekir, çünkü Allah’ın Eli toplulukla birliktedir. Nitekim sürüden ayrılan ve uzaklaşan koyunu kurt kapar, çünkü o koyun sürüden ayrılmış, kaçmış gitmiş ve tek başına hareket etmek istemiştir. Buradaki Allah’ın Eli tamlamasının hikmeti şudur: Allah ancak esma-i hüsnası, güzel isimleri açısından akılla düşünebilir; yoksa bu güzel isimlerinden soyutlanmış olarak düşünülemez. Zaten Allah lafzı O’nun bütün isimlerini ve sıfatlarını içermektedir. Bu nedenle O’nun varlığı birdir; isimleri ise çoktur, Tanrı bunların hepsiyle birlikte Tanrıdır. Allah’ın Eli kavramına gelince, güç ve kuvvet ancak toplulukla birlikte olmakla mümkündür, demektir. (syf. 30)
Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin ki ben de size karşılık vereyim.(Kur’an, 40/60) Demek ki Allah sana Kendisine dua etmeni emrediyor. Sonra, Allah yine aynı âyette şöyle buyuruyor: Büyüklük taslayarak Bana ibadet etmeyi reddedenler –burada ibadetten maksat “dua”dır- yani alçak gönüllülük, küçüklük ve yoksulluk göstermeyip büyüklenenler, çünkü Allah burada duayı ibadet olarak adlanmaktadır; ibadet ise, Allah’ın karşısında bir alçalma, eğilme ve küçülmedir- hor ve hakir olarak Cehenneme gireceklerdir. (Kur’an, 40/60), yani dua etmeyen kimse kibirleniyor, büyükleniyor, büyükleniyor, büyüklük taslıyor demektir. (syf. 32)
Her ne zaman içinden kötü bir iş yapmayı geçirirsen, böyle bir şey hatırından geçer geçmez hemen tövbe ve istiğfar et: o günah oranında orada Allah’ı zikret. Nitekim Allah’ın Elçisi -salat ve selâm onun üzerine olsun- şöyle buyurmaktadır. “Yaptığın her kötülüğün ardından derhal bir iyilik yap ki o iyilik o kötülüğü yok etsin. Ayrıca Allahu Teâlâ da şöyle buyurmaktadır:” …çünkü iyilikler kötülükleri giderir.” (Kur’an, 11/4). İşte bunlar senin için bir ölçü olsun. İyilikler ve kötülükler arasındaki ilgileri bu ölçüye vur, onları buna göre değerlendir. (syf. 33)
Allah Teâlâ’ya tamlama (izafet) olmak şerefi, şeref olarak kullara yeter! (syf. 35)
Eğer sen herhangi bir günahtan sonra bir de tövbe ve istiğfar edersen, o zaman taat üstüne taat, ibadet üstüne ibadet yapmış olursun, Allah’a yakınlık üstüne yakınlık kurmuş olursun. Böylece içine kötü amel karışmış olan ibadetin bir kısmı yeniden güçlenmiş ve kuvvet kazanmış olur. (syf. 37)
Allah kötülük konusunda denklik (el-adl) iyilik konusunda ise fazlalık (el-fadl) uygulamaktadır. (syf. 40)
Yaptığın amellerden hiçbirini hor ve hakir görme, çünkü Allah o şeyi yaratırken ve onu var ederken ona hor bakmadı, onu küçümsemedi. Allah seni bir işle mükellef kılarken, o işe bir itina, bir özen ve inayet gösterdi ve kendi katındaki, senin o büyük rütbene rağmen, seni o işle mükellef kıldığı o şeyin var olması için en uygun mahalsin. (syf. 51)
Nafile ibadetler isteğe bağlıdır; bunlar füru’dur, ayrıntıdır. Nafilelerde Hak Teâlâ senin kulağın ve gözün olmaktadır. Bu ibadetlerin nafile diye isimlendirilmesinin sebebi onların birer fazlalık (zaid) olmasıdır; tıpkı varoluş içinde senin de bir fazlalık oluşun gibi, çünkü Allah vardı ve sen yoktun. Sonra sen var oldun; dolayısıyla Allah vardı ve sen yoktun. Sonra sen var oldun; dolayısıyla sen sonradan var olmakla kâinatta bir fazlalık oldun. Öyleyse sen Hakk’ın varlığından bir nafilesin, işte bu nedenle nafile diye adlandırılan amelleri, ibadetleri yapmalısın, çünkü onlar senin aslındır. Farz diye adlandırılan amelleri ve ibadetleri de yapman gerekir, çünkü onlar varoluşun asıllarıdır. O da Hakk’ın varlığındadır. Buna göre, farzları yerine getirirken, sen O’nun için var olmaktasın. Nafilerlerde ise kendin için var olmaktasın. (syf. 52)
İşin hakikatini söylemek gerekirse, bu âlemdeki her suretin bir ruhu vardır, ama Allah bizim gözlerimize bir perde çekmiştir, dolayısıyla onların canlı olduklarını idrak edemiyoruz ve onlar hakkında “Bunlar canlı değildir” diyoruz. Öte dünyada bu durum apaçık bir şekilde gözler önüne serilecektir. Bütün nesnelerin ve varlıkların bir hayatı vardır. Bu yüzden öte dünyada bunlara darü’l-hayevan, yani canlılar âlemi adı verilmiştir. (syf. 58)
Hasta insan hiçbir zaman Allah’ı dilinden düşürmez; daima O’nu zikreder, kalbinden de sadece O’na sığınır, O’na iltica eder. Hangi hasta olursa olsun, daima Allah’la beraber olmaya devam eder. Kendisine doktor da baksa, şifa bulmak için normal ve alışagelmiş sebeplere de sarılsa, ilaç da kullansa, bütün bunlara rağmen, Allah’tan hiçbir zaman gâfil olmaz. (syf. 59)
Niyet, amellerin ruhudur, özüdür. (syf. 70)
Kadın erkeğin aynasıdır. Erkek kadında kendisinin tecellisini görür, tıpkı insan-ı kâmilin Hakk’ın isimlerini ve sıfatlarını gösteren bir ayna oluşu gibidir. (syf. 74)
Tasavvufta nitelenmiş bir kimse olmanın şartlarından biri, hikmet sahibi bir “hakîm” olmaktır. Eğer bu yoksa bu konuda o kimsenin kalbi için bir pay, bir nasip yoktur. Çünkü tasavvuf bütünüyle bir hikmettir; çünkü tasavvuf bütünüyle bir ahlâktır. (syf. 82)
Allah’ın ahlâkıyla ahlânlanmak tasavvuftur. Hiç kuşkusuz âlimler Allah’ın Güzel İsimleri (esmaü’l-hüsna) ile ahlâklanmayı beyan etmişlerdir; onların yerlerini açıklamışlardır; o isimlerin halka, yani yaratılmışlara nasıl nispet edileceğini de bildirmişlerdir; bunlar öylesine çoktur ki saymakla bitmez. Bu hususta en güzel tasarruf, hiç kuşkusuz özellikle Allah’la beraber tasarruf etmektir. (syf. 87)
İnsan bir küçük âlemdir; âlem bir büyük insandır; İnsan-ı kâmil ise o âlemin özetidir. (syf. 99)
Tefekkür, “ibret ehli” içindir; ibret ehli, var olan varlıklara (mevcudât), Allah’ın varlığına birer delil olmaları bakımından nazar ederler, yoksa onların varlıkları (a’yan) bakımından değil, ayrıca onların hakikatlerinin verdiği şey bakımından değil. Allah Teâlâ bu ibret ehli hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken, her vakit Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler.”(Al-i İmran, 3/191)
Hak Teâlâ’nın tefekkür için birer alan olarak belirlediği konuları seç ve o konuların mertebelerinin sınırlarını aşma ve ayetleri menzillerinin dışında başka alanlara çekip amacından saptırma. (syf. 117)
Hakikat, senin niteliklerinin izlerinin O’nun nitelikleriyle senden kaldırılmasıdır, öyle ki artık seninle, sende ve senden özne O’dur, sen değilsin. (syf. 133)
Aktaran: Âdem Suvağcı