Hakikat ve Hurafe

Künye: Hakikat ve Hurafe, Dücane Cündioğlu, Kapı Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 1999, İstanbul.

***

“Kendilerini “hakikat dostu, hurafe düşmanı” görenlerin sayısının çok olduğu bir dünyada, her hurafe’nin bir hakikati olduğunu, dahası hurafe ile hakikat arasında ince, ince olduğu kadar belirsiz bulunduğunu; binaenaleyh hurafe dostu olmadıkça, hurafelerimizi sahiplenmedikçe, hakikat dostu da olunamayacağını kitlelere anlatmanın çok güç olduğunu bilmez değilim; tıpkı mezarlıklarda birkaç kuruş karşılığında cenaze sahiplerine Kur’an okuyan veya onlara Kur’an okutan hurafeperestlerin, aldıkları binlerce dolar karşılığında bu sahtekârları aşağılamayı marifet addeden ve onlara kanan hakikatperestlerden(!) belki daha mazlum ve fakat hiç kuşku yok ki daha soylu bir mevkide bulundukları hakikatini anlatmanın çok güç olduğunu bildiğim gibi.” (ön söz-XI)

“Hakikat ve Hurafe’nin ateşi; söz’ün hurafesine, yazı’nın hakikatine olan güvenlerini kaybetmemek amacıyla yola revân  olup sırf kıyılardan çakıltaşı topladıkları için evlerine dönmekte geciken/geç kalan haşarı çocukların dikkatini çekmek için yakıldı. Sahillerin bu haşarı çocukları, biraz ötelerinde yanmakta olan ateşi görebilirlerse şayet, o ateşin yanı başında tıpkı kendileri gibi gecikmiş/geç kalmış bir arkadaşlarının daha olduğunu ve eve dönebilmek için (evet sadece eve dönebilmek için) elindeki çakıltaşlarıyla denizi doldurmaya çalıştığını fark edeceklerdir.” (ön söz- XII)

“Hakikatle beraber olmadan bizâtihi hakikat olunabilir mi? Hakikati temsil etmeden “Ben Hakikatim!” denebilir mi? “Ben Hakikatim!” demedikçe, hakikat adına konuşabilir mi? Hakikati bilmediğimiz, hakikati temsil etmediğimiz, kendimizin hakikati kendisi olduğuna inanmadığımız sürece bu suallerin cevabını veremeyiz; veremiyoruz da zâten. Lâ süpürgesini elimizden bıraktıktan sonra “Ben Hakikatim!” sözü de çıkmaz oldu ağzımızdan. Şimdi başka hakikatlerin de var olduğunu kabul eder hâle geldik. Başka hakikatlerin var olduğunu kabul ettiğimiz andan itibaren, başkalarının hakikatine saygı duymayı, başka hakikatlerle birlikte yaşamayı, hâsılı hakikatlerin başkalığına inanmayı bir marifet addeder olduk. “Hak taaddüd etmez!” demişti atalarımız. Hakkın parçalanabileceğine, hakikatin başkalaşacağına inanmamışlar; hakikatin başkalaşabileceğini akıllarına bile getirmemişlerdi. Hakkın, hakikatin taaddüd etmeyeceğine inandıkları için de “Ben Hakikatim!” diyebilmişlerdi. “Ben Hakikatim!” diyemeyenler, başkalarının tanımladığı, kimlerin ve ne suretle girip girmeyeceklerine başkalarının karar verdiği bir hakikatler dâiresi içerisinde kendilerine bir yer bulmuş olmaktan dolayı sevinebilirler; sonra da sanki bir anlamı varmış gibi “Siz bizi böyle kabul edin, biz de sizi öyle kabul edeceğiz” demeyi gelişmişliğin bir tezahürü addedip bunu bir de hak arama mücadelesi diye adlandırabilirler. Başkalarının tanımladığı bir hakikatler dâiresi içerisinde yer tutup ikamet etmek… VE SONRA “Ben Hakikatim!” diyebilmek… İşte bu mümkün değil!” (sf. 2)

“Şimdi modernler sabit olana (subutiyete), değişmeyene, değişmeden kalana değil de değişene, değişip gelişene rağbet ediyorlar, “Sen hâlâ orada mısın?” diye soruyorlar, orada olmadıkları, orada kalamadıkları için de huzur ve sükûn bulamıyorlar. Bu nedenle değişmezliğin sembolleri olan bu iki sözcüğün mefhumunu, değişmenin sonuçları haline getiriyorlar.” (sf. 2-3)

“Bırakınız birileri taaddüd eden hakikat(ler) dâiresinde yer tutmaya çalışsınlar ve hak arama mücadelesi verdiklerine inanmayı sürdürsünler. Bırakınız o birileri bu oynak ve kaypak zemine demokratik haklar platformu adını takarak geçimlerini bu tür hikâyeler anlatmakla kazansınlar. Kulak asmayın siz bu bezirgânlara, kalkın ayağa ve onlara Biz Hakikatiz deyin. Bakın işte o zaman, ancak o zaman Hakk’ın (sabit ve değişmez olanın) geldiğini, Bâtıl’ın (geçici olanın) zâil olduğunu göreceksiniz; ancak o zaman Bâtıl’ın bir köpük yığını, Hakk’ın ise durmaksızın akan bir çağlayan olduğunu kavrayacaksınız. Bu arada siz siz olun ve aklınızdan şunu çıkarmayın: HAK TADDÜD ETMEZ!” (sf. 3)

“Söylemek, zor iş söylemek. Kişinin söylemediğinde ölebileceği şeyleri yoksa, söylemese de olur; karşı çıktıklarına karşı çıktığını, inkâr ettiklerine inkâr ettiğini söyleyemez, bâtıla bâtıl, münkere münker diyemez. Söylemediğinde, söyleyemediğinde öleceğine inanmaz çünkü. Adam yerine konulmak adına, adam olmayanları adam yerine koymak ne de acı! Üstelik o denli de haysiyet kırıcı. İnançlarımızın, kabullerimizin ve inançlarımız uğruna yaptıklarımızın hak olduğuna itikad ettiğimiz halde, inanmadığımız, reddettiğimiz ve bâtıl olduğunu bildiğimiz şeylerin hak olduğunu söylemek, sonra da Tevhid ehlinden sayılmayı beklemek. Söylemek, gerçekten de ne zor iş söylemek! Evet, kişinin söylemediğinde ölebileceği şeyleri yoksa söylemese de olur.” (sf. 5)

“Sinsi ve korkak, âciz ve zavallı, özgünden yoksun ve eyyamcı insanlar  “Ben Hakikatim!” diye meydana çıkamazlar. “Ben, Hakikatim!” diyemeyenler bâtılı süpüremezler, geçici olanı bırakıp Bâkî olana yönelemezler. Yunus gibi söylemeyince ölemezler, ölmemek için de söyleyemezler:

Aşkın odu geldi yüreğim harlar
Âşık olan âr u nâmusu neyler
Behey Yunus, sana söyleme derler,
Ya ben öleyim mi söylemeyince!? (sf. 6)

“Kimliğimizi, kişiliğimizi oluşturanlar, bizlere yalnız başına yürümeyi öğretmediler mi?” diyerek sesini yükseltti mütehakkim bir edâyla. Ve sonra, “Kendi kendimize yetebileceğimize, başkalarına muhtaç olmadan, kimseden yardım almadan, tek başına bu dünyaya anlam verebileceğimize inandırmadılar mı bizleri?” diye sordu, sanki cevabını bilmiyormuş gibi.
“Yol gösterilebilir durumda hissetmek kendimizi, bize acı veriri. Nedendir bilinmez hep yol göstermeye alışmışızdır ve yine o yüzdendir bütün sancımız, sıkıntılarımız ve dahi ızdırabımız.  Kendimizi, yol gösterilebilir bir duruma düşmüş olarak hissettiğimiz anda ızdırab çekmeye başlarız, zira hep yolumuzu bulacak bir biçimde donandığımıza, donatıldığımıza inanmışızdır. O halde nasıl kabul edebilir, nasıl ciddiye alabiliriz ciddiyetten nasibi olmayan birtakım kılavuzların çiziktirdikleri haritaları?” (sf. 10)

“Ak sakallı biri dağlardan inmiş, meydana gelmiş, “hani nerede benim o rengârenk güllerim?” demiş. “Deli misin be adam?” demişler anlamamış, susar gibi olmuş susmamış, kızar gibi olmuş kızmamış, bağırır gibi olmuş bağırmamış, sadece gülmüş, evet o gerçekten de bir gülmüş. “Bir zamanlar bu şehirde köpeklere dahi dokunulmazdı” demiş. “Siz ise güllere dokundunuz!”

“Köpeklere dokunanlar lanetli idiler, lanetlendiler; güllere dokunanlar da lanetli idiler, lanetlendiler!” (sf. 16)

“Ucuz adamlardan, ucuz fikirlerden, ucuz işlerden hep nefret ettim. Her ne kadar hasbî tefekküre inanmadığımı söylediysem de ben her zaman hasbî adamlara, ivazsız-garazsız konuşan, inandıklarının bedelini ödeyen, ödemeyi göze alan sâfî sadakat kesilmiş erlere kıymet verdim, dâvâlarına râm oldum, iddialarını hep yürekten destekledim. Yanlış dediklerinde sözlerine yanlış demedim, sahiplendim, atmadım, itmedim, satmadım, en nihayet deli oldum, divâne oldum; belki dağları delmedim, çölleri aşmadım, lâkin Şirin’e Ferhat, Leyla’ya Mecnun gibi göründüm. Âriflerin sohbetine eremedim, velilerin huzuruna varamadım, ağyârdan vazgeçtim, yine de yârin zülfünü göremedim; hafâ ki kitapların arasında dindirmek istedim acımı. Aşk imiş her ne var âlemde/İlim bir kıyl u kâl imiş ancak sözünü telaffuz ettim ve fakat bir türlü sırrına mazhar olamadım.” (sf. 22)

“Akıntıya karşı kürek çekmiş olanlar gayet iyi bilirler ki dikine çekilen her kürek ya da akıntıya karşı atılan her kulaç, sahibini ilerletmez, sadece yerinde sayılır, akıntıya kapılıp gitmesini önler. Ve bu insanlar sırf bunun için akıntıya karşı kürek çekerler, ileriye gitmek için değil, geriye gitmemek için değil, geriye gitmemek için çırpınıp dururlar. Yorucudur akıntıya karşı kürek çekmek, bedeli ağırdır vaktin hesabını yapmak, geçmişi ve geleceği şimdide aramak. Hâlbuki akıntıya kapılanların durumu hiç de böyle değildir. Suyun üstünde kayıp giderler, hatta bir süre sonra başları dönmüş bir halde bu emeksiz, çabasız seyr u sülûktan tat bile almaya başlarlar. Ara sıra başlarını arkalarına çevirip arkadaşlarına bağırırlar: “Siz hâlâ orada mısınız?” diye.

Siz hâlâ orada mısınız? Bu söz çok işitilmiştir akıntıya kapılıp gidenlerin ağzından. Çünkü akıntıya kapılıp gidenler, vicdanlarını soğutmak için en çok bu söz kullanırlar ve arkadaşlarını akıntıya karşı kürek çekmekle, hâlâ orada olmakla, lüzumsuz yere direnmekle, vakitlerini boşa harcamakla suçlarlar. İşte bu tür insanların Kur’an’da geçen sabır kavramının gerçek anlamını kavrayamamalarının en temel nedeni budur!” (sf. 32)

“İsim eylem ve zamana, fiil de belirli bir duruma delâlet etmediğine göre aşkı nasıl tanımlayacağız? Çünkü aşkın zamanı yoktur, bu yönüyle fiil’den ayrılır; aşk eylem bildirir, bu yönüyle de isim’den ayrılır. Kısaca zamansız bir eylemin adıdır aşk!” (sf. 40)

Aktaran: Ömer Ertürk

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • cemşit , 15/06/2013

    eleştiri(len)ler bir gerçeğin yüzü. biz kitap notu paylaşımlarının devamını bekliyoruz.

  • ... , 14/06/2013

    Uzun zamandır Edebifikir’de yayımlanan kitap ve dergi yazılarıyla, diğer edebî türlerin okunma sayısını takip ediyorum. şiir, öykü(uzunsa onun da okunma sayısı az) deneme gibi türler çok tıklanıp, okunurken(ben göstergelerin yalancısıyım belki de hiç okunmuyordur ve resim ilgi odağı olduğu için tıklanmıştır) yazarların uğraşıp not çıkardığı kitap yazılarının okunma sayısı çok düşük. yapılan dergi tanıtımları da aynı şekilde.

    Ey Kari! Dünya Bir İnkılâp Bekliyor. bunun için senin de okuman fikir çilesi çekip toplumun sancısını kendi öz ruhunda duyman gerekmiyor mu? Var olan fikri(Hakikat Bilgisi ışığında üretilmiş) okuyup, kendi nefis muhasebeni yapman ve taşıdığın beyni İmam Gazzali’nin değimiyle iflas ettirmen ve daha sonra; Allah’ın, Resulüyle gönderdiği buyruğa O(s.a.v)nun ruhuyla tam itaat edip kendi ruhunun inkılâbını gerçekleştirmen gerekmiyor mu? Buraya kadar yazılanları okuyup, bunları hakaret olarak addettiysen, sen; modern bir hurafe olan aklın kölesisin. ve sen ruhu çürümüş bir toplumun, çürük ruh taşıyan çürük bir ferdisin!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir