Künye: Hakikat ve Hurafe, Dücane Cündioğlu, Kapı Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 1999, İstanbul.
***
Dil değerlerden bağımsızlaşabilir mi? Dilimizi değerlerden arındırabilir miyiz? Dünya görüşünü içinde saklamayan bir dil var mıdır? Benim bu suâllere cevabım olumsuz. Çünkü dilin değerlerden arındırılmasının mümkün olabileceğine hiç inanmadım. “Dilden değerlerin tasfiyesi imkânsızdır” demek istemiyorum. Bilakis tamamıyla değerlerden arındırılmış bir dilin olamayacağını söylemeye çalışıyorum. Sözgelimi Cumhuriyet idaresi, dili İslamî değerlerden arındırmaya çalıştı; dili sadeleştirmek, dili Arapça ve Farsça’nın tasallutundan kurtarmak adına; İslamî değerlerle örülmüş bir Türkçe’yi bu değerlerden arınmış bir hale getirmek maksadıyla elinden geleni yaptı; bu konuda hayli mesafe de aldı. Şimdi yarım asır öncesinden çok farklı bir Türkçe’yle konuşuyor; çok farklı bir Türkçe’yle düşünüyoruz. Peki kendisiyle konuşup düşündüğümüz Türkçe, değerlerden arınmış oldu mu, saflaştı mı? Hayır! Sadece farklı değerler yüklendi; önce metafiziğini, sonra da mantığını kaybetti.
Bir misal verelim: Hayatını kaybetti, hayata veda etti, vefat etti, göç etti, rahmetli oldu, Hakkın rahmetine kavuştu, Rabbine kavuştu, Refik-i Â’la’ya çıktı, terk-i diyar eyledi, son nefesini verdi, şehid oldu, şehadet mertebesini ihrâz eyledi, geberdi, cehennemi boyladı, eşşek cennetine gitti, nalları dikti, vs. Bu tâbirlerin hepsi de en nihayet şu biyolojik durumu imler: öldü. (sf. 42-43)
Heidegger, “Dil varlığın meskenidir” (Die sprache ist das Haus des Seins) der. Dil olmasaydı, ne varlık üzerine, ne de var olan(ar) üzerine konuşabilirdik. Dil sayesindedir ki varolan(lar)ı sayabiliyor, sıralayabiliyor ve tasnif edebiliyoruz. Evet, dil olmasaydı varolan(lar) üzerine düşünemezdik de. Öyle ya, dünyamız dilimizden ibaret değil mi? Bu durum, dil-siyaset ilişkileri için de geçerlidir. Dilimizin sınırlarını aşan, bu sınırların dışına taşan bir siyasetin takipçisi olamayız. Nitekim dilimizin sınırları, siyasetimizin sınırlarını belirlediği içindir ki dilimiz gibi siyasetimizin de ufukları daralmış bir durumda. O halde hiç çekinmeden şu yargıda bulunabiliriz:
-Dilin sınırlarını belirleyenler, siyasetin sınırlarını da belirlerler. (sf. 48)
Tanrı’yla aranıza aracıları sokmayın, hurafelerden kurtulun, atalar dinini terk edin!” dediğimizde, -ne kadar samimiyetle söylersek söyleyelim- güya anlamlı bir şeyler söylemiş olduğumuzu farzediyoruz. Oysa aracıları atıp ulemâyı lanetli ruhban sınıfının mümesilleri ilan ettik de ne oldu? Bakın bakalım dinle aranıza koyduğunuz yeni aracılar kim? Hurafelerden kurtulduk da ne oldu? Bir düşünün bakalım şimdi yeni hurafeleriniz neler? Atalar dinini terkedip, geçmişi hatırlatan ne varsa reddettik de ne oldu? Bir kıyaslayın bakalım, atanız İbrahim’in, İshak’ın ve İsmail’in diniyle şu anda temsil ettiğiniz, yaşadığınız, yaşattığınız din arasında ne gibi bir alâka var? “Baktık, düşündük, kıyasladık. Ne olmuş yani, daha iyi bir durumda olduğumuz kesin değil mi?” diyenleriniz olabilir. Bu hurafeci adamın(!), insanın âsabını bozan suâller sormasına kızabilirsiniz de. Öyle ya, çözülmüş olduğu düşünülen problemlerin çözülmemiş olabileceği kuşkusunu ortaya atan, sona erdiği sanılan bir yolun belki de hiç adımlanmamış olabileceği ihtimalinden ve oturup tam da istirahat edecekleri zaman insanlara “Kalkın ve yola revan olun!” diyen birini hangi akıllı ciddiye alabilir ki? Akıllılar şimdi tezgâhlarının başında. Duyduğuma göre, onlar, eski hocalarının saçma-sapan yazılarını okuyup “Ne kadar da değişmiş bu adam!” demekten kendilerini alamıyorlarmış ve hatta ona çok kızıyorlarmış. Geçenlerde bu zâtla karşılaşınca, eski talebelerinin kendisi hakkındaki kanaatlerinden söz açtım. Acı acı tebessüm etti. Sonra şöyle bir fıkrayla mukabelede bulundu: Fareye demişler ki: “Bak şurada büyük bir peynir parçası duruyor; gidip alsana!” Fare bir peynire, bir de peynirin durduğu yere bakıvermiş, “Bu işte bir gariplik var” demiş; “hem peynir çok büyük, hem de yol çok kısa!”
Ve başka bir şey söylemeye ihtiyaç duymadan çekip gitti. Ardından şaşkın şaşkın bakarken, nedendir bilinmez aklıma şu mısrâlar geliverdi:
Mansûr ene’l-hak söyledi/Haktır sözü, hak söyledi.
Nâdân mukayyed anladı/Ammâ ki mutlak söyledi. (sf. 53-54)
Öz-eleştiri’nin aksine muhâsebe-i nefs böyle değildir. Çünkü muhâsebe-i nefs, insanın, yaptığı hataları farkedip daha büyük bir mücâhadeye koyulması demektir. İdeallerini küçültmesi değil, büyültmesi demektir. Kişinin, kendisini büyüten/büyülten ideallere uygun bir büyüklüğe ulaşamamaktan ötürü nefsini hesaba çekmesi demektir. Yükleri azaltmakla, atmakla alâkası yoktur muhâsebe-i nefsin. Bilakis nefsin yükü artar ve ceremesi büyük olur büyük dâvâların. Muhâsebe-i nefsin başkalarıyla da alâkası yoktur. “Kim ne der? Böyle düşünürsem, şöyle yaparsam kim hakkımda ne düşünür, ne yapar” suallerinin yeri bulunmaz/bulunamaz hesap defterinin sayfalarında. Nefsini hesaba çeken kimse başkalarına derdinden şikâyet etmez, tabib aramaz, kurtulmak istemez, başkalarına ağlamaz, başkalarının yanında inlemez. İşte bu yüzden acı vericidir nefsi hesaba çekmek. Yürek ister kınanmayı göze almak ve dahi kınayanların kınamasına aldırmamak. (sf. 59)
Mazlumların yanında yer almayı beceremeyen siyasîlerin, zalimler karşısında hakkı, hakikati dile getirmekten çekinen aydınların, kalbinden çok midesini düşünen akademisyenlerin, hatta laiklerin, laik ve Kemalist olmayanların, sağcıların, solcuların, Müslümanların, Müslüman olmayanların, velhasıl toplumun her kesiminin, her katmanının hurafelere karşı çıkmakta bu denli büyük bir ittifak içerisinde olmaları sizi hiç şaşırtmıyor mu, bu garâbet biraz olsun sizleri düşündürmüyor mu?
Alın size kolayca dövebileceğiniz bir hurafe:
Türbelere çaput bağlamak!
Acaba bu hurafeye karşı çıkmak için Müslüman olmaya lüzum var mı? Müslümanın dinine sövenler de tıpkı İslâm’ı övenler gibi bu tür hurafelere karşı çıkmıyorlar mı? Acaba bu hurafeye karşı çıkışın kaynağı gerçekten de Kur’an mı? İnsanlar Kur’an okudukları için mi, yoksa daha ziyade modernleştikleri için mi türbelere çaput bağlamaya karşı çıkıyorlar? Hurafelere karşı olmada radikallerle uzlaşmacılar arasında esasa taalluk eden bütün farkların birdenbire ortadan kalkması sizce bir tesadüf mü? Bu insanlar gerçekte dini mi hurafelerden arındırıyorlar; yoksa toplumu mu dinden?
Bu suâller üzerinde derinlemesine düşünmeyi gereksiz buluyorsanız, o halde vurun türbelere çaput bağlayan zavallı halka! Horlayın onları. Dini bulandıran, bidat ve hurafelerin esiri olan bu savunmasız insanları, güya Kur’an adına ve fakat gerçekte edinmiş olduğunuz modern alışkanlıklarınız adına yerin dibine geçirin! Nasıl olsa, halkın hurafesini savunan kimse yok; çağdaş hurafelerin avukatı ise çok.
Bana gelince, ben, hurafe ile hakikat arasında –sanıldığının aksine- çok ince bir çizgi bulunduğuna inandığımdan, asıl baştan çıkarıcı olanın “ gerçek hurafeler” değil, “sahte hakikatler” olduğunu iddia ediyorum.
Ve iş bu hakikat nedeniyledir ki ey esirân, hurafelere karşı mücadelenizde sizleri takdir etmiyorum! (sf. 62-63)
Kendinizi şöyle bir durumda konuşuyorken hayal edin: Hurafelere karşı çıkıyorsunuz, hakikatleri, (bahusus Kur’an hakikatlerini) savunuyorsunuz, bir sürü yanlış şeyler söylüyorsunuz ve karşıtlarınız(!) bile size diyorlar ki: “Hurafelere karşı çıkmanızı takdirle karşılıyoruz, ama…” İzleyiciler de, eleştirmenler de, destekleyenler de, nefret edenler de hep bir ağızdan koro halinde şu sözü tekrar ediyorlar
– Zât-ı âlilerinizin hurafelere karşı çıkmasını takdirle karşılıyoruz, ama…
Bu bağlamda, ama sözcüğünden sonrasının bir anlamı var mıdır? Hâkim Söylem, olduğunu söylüyor. Ben ise aksini savunuyor ve diyorum ki: Asıl numara, ama sözcüğünün öncesindedir! (sf. 66)
Hurafeleri reddedenler asaletlerinden vazgeçenlerdir. Onlar başkalarının hakikat diye adlandırdıklarına kolayca teslim olanlardır. Sözüm ona hurafelere karşı çıkanlar herkesleşenlerdir. Onlar yaygın olanları, pazarlanabilir olanları, müşteri bulabilenleri sorgusuz-suâlsiz tasdik edenlerdir. “Hurafattan Hakikate…” diye bütün hakikatlerimizi peşkeş çektiler; mendubları biz kendiliğimizden terkedersek, belki o zaman vacibleri de koruruz sandılar. Netice itibariyle hem mendubları verdiler, hem vacibleri, hem mekruhları, hem haramları. Pazarlık yapabileceklerine, pazarlığın netice vereceğine inandılar safça. Namahremin elini mahremyetimize değdirdiler. (sf. 68)
Kur’an ve İslâm saltanata karşıdır!
Bu parlak sözün altına kim imzasını atmaz? Herkes atar! O halde siz de herkes gibi yapın ve herkes gibi olun: saltanata karşı çıkın! Birileri size, “Nerden biliyorsunuz Kur’an’ın ve İslâm’ın saltanata karşı çıktığını?” diye sorduğunda, “Herkes böyle söylüyor, ben de herkes gibi düşünüyor ve herkes’e katılıyorum” demekten başka verebileceğiniz ciddi bir cevabınız var mı? “olması mı gerekir?” diye itiraz edebilirsiniz; zira herkes sizin yanınızda. Herkes sizin yanınızda ama sorun da burada. Müslümanlar önce herkes gibi davrandılar, herkes gibi düşünmeye başladılar, sonunda da herkes gibi oldular. Bu nedenle teorik düzeyde ne saltanatı, ne mutlakiyeti, ne meşrutiyeti, ne de cumhuriyeti tartışma şansımız kaldı. Saltanat dışarı, demokrasi içeri. Fakat biraz tahammül edip şu sorunu bir konuşmayı deneyelim! Hayır, bu mümkün değil. Saltanat hurafedir, demokrasi hakikat. Hurafe kötüdür, hakikat iyi. Kötü merdûddur, iyi memdûh. Merdûd saltanattır, memdûh demokrasi. Saltanat hurafedir, demokrasi hakikat. Bu totolojinin adı da tefekkür!
Ne diyelim, hakikat adını taşıyan hurafeleriniz sizin olsun, hurafe adını taşıyan hakikatlerimiz bize yeter! Birbuçuk asırda hurâfattan hakikate gelmiştik, şimdiki yolculuğumuz ise hakikatten hurâfata. (sf. 72-73)
Birgün Zeki Velidi Togan, Lenin’e “Sen bize söz vermiştin, hani Tataristan ile Başkurdistan bağımsız olacaktı?” dediğinde, Lenin –hiç istifini bozmadan- kendisine şu mukabelede bulunmuş: “Sen siyaset ile ahlâkı birbirine karıştırıyorsun!”
Size bu veya benzeri sözlerle karşılık verenlerin durumlarına bakınız, onların ahlâka ihtiyaçlarının olmadığını göreceksiniz; zira varsıl ve güçlü olanların, bu dünyada pek ahlâka ihtiyacı olmaz, olmuyor. (sf. 78)
Bildim bileli, birşeyleri(!) aştıklarına kendini iknâ etmiş olanlar, yolculukları sırasında hep mukaddeslerini arkalarında bırakmış olanlardır. Nitekim tepelerde (vitrinde) olanlara şöyle bir bakınız, kahir ekseriyetinin, artık bedelini ödemeye katlanabilecekleri herhangi bir mukaddeslerinin kalmadığını göreceksiniz; zira mukaddeslerini terkettikleri içindir ki o tepelere tırmanmamalarına, o vitrinlere çıkmalarına izin verilmiştir. Bu yüzden gençlik yıllarında bir lokma, bir hırka diyenlerin; bir süre sonra bin lokma, bin hırka demeye başlamalarının (ahlâkla siyaseti birbirine karıştırmamalarının) ardında daha başka sebepler aramaya lüzum yoktur. (sf. 88-89)
İnsan sahip olmadığı şeyi terkedemez! (sf. 97)
İnsan, terkedemeyeceği şeye sahip olamaz! (sf. 98)
Koca bir topluluk sahile doğru yola çıkmışlar. Kum gibi kalabalıklarmış. Bu yüzden sahilde çakıl taşı toplayan adam sayamamış, sayamamış gelenlerin kaç kişi olduklarını. Hepsi bir ağzıdan bağırıyorlarmış: “Bütün Müslümanlar zengin olmalı, ben de bir Müslümanım, o halde ben de zengin olmalıyım.”
Evet hepsi de bir ağızdan ve neredeyse hiç ara vermeden tüm güçleriyle böyle çığırarak yaklaşıyorlarmış sahildeki adamın yanına. Yaklaşmışlar, yaklaşmışlar ve en nihayet adamın yanına gelmişler: “Bırak elindeki çakıltaşlarını da konuş bakalım?” demişler. Adam yavaşça yerinden doğrulmuş, üstünü başını silkeledikten sonra onlara şöyle demiş
– Sizin bildiğiniz sadece hakikatin zâhiri! Şayet zâhirin hakikatini bilseydiniz, kıyasın suresine değil, maddesine bakardınız ve hiç vakit geçirmeden hemen tevbe ederdiniz.
Kalabalık tevbe etmek yerine alay etmiş. Adam da çaresiz onlara bir teklifte bulunmuş: “Madem tevbe etmiyorsunuz, bari şu kıyas üzerinde biraz olsun teemmül edin:
Bütün insanlar bir anne-babadan doğmuştur.
Hz. İsa da bir insandır.
O halde Hz. İsa da bir anne-babadan doğmuştur.
Kalabalık susmuş, adam konuşmuş: “Evet, dediğim gibi, sizin bildiğiniz sadece hakikatin zâhiri!”
Böylelikle zâhir susmuş, hakikat konuşmuş; “ hakikat Benim” dememiş adam; sadece “ben Hakikatim” demekle yetinmiş.
İşte tam da o sırada hakikat bir hurafe suretine bürünüvermiş!” (sf. 99)
Aktaran: Ömer Ertürk
1 Yorum