Künye: Fuzulî Ne Demek İstedi? “Işk imiş her ne var Âlem’de, İlim bir kîl ü kal imiş ancak”, İhsan Fazlıoğlu, Papersense Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul.
***
Yazıda “yorum, doğru anlamaktan daha çok, yanlış anlamamak için verilen bir uğraşıdır” cümlesinin fehvasınca hareket edildiğinden ve doğru anlama, yanlış anlamamak için gösterilen uğraşının bizzat kendisi olarak görüldüğünden kadîm yanıtların arkasındaki sorular, kaygılar ve korkuların neler olduğu söylenilenlerin amacı açısından incelendi. (s. 13)
Batı dünyasının medeniyet yazıcılığını eleştirirken sıklıkla vurgulanan “Batı hafızasında İslâm medeniyetinin tarihî tecrübesinin yokluğu, hattan görmezden gelindiği” tespiti, Türkiye’de yaşayanlar için de geçerlidir. (s. 14)
Başta tabiat hakkında olmak üzere, varlık ve varolanlar hakkında kesin bilgi arayışının en temel nedeni, hayatta o bilgiye göre eylemektir. (s. 25)
İşte felsefe’nin/philosophia’nın kadîm gelenekteki anlamı budur: Belirli bir tür bilgi elde etmek ve ona göre eylemek. (s. 26)
Fuzulî, insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağını bilgiye bağlayarak şu vurguyu yapar: İnsanlar, tür olarak bir’dir; türselliklerinden kaynaklanan gereksinimler konusunda da ortaktır; bu nedenle aralarında bilgiden başka fark yoktur. (s. 31)
Işk vurgusu, büyük oranda, Horasan sûfîleri tarafından başlatıldı ve ışk-amel-hâl, akıl-nazar-kâle tercih edildi; böylece öncelik ilm’e değil ışk’a verildi. Bâyezîd-i Bistâmi’yle (874) başlatılabilecek bu ışk vurgusu, Cüneyd-i Bağdâdî (910), Hallâc-ı Mansûr (922), Ebu’l-Hasan Harakânî (1034), ve Ebû Saîd b. Ebi’l-Hayr (1045), Kuşeyrî (1073) ve Hucvirî (1075) üzerinden devam ederek, Sevânih adlı eserinde ışk’ın saf metafiziğini yapan Ahmed Gazâli’yle (1126) bir bakış-açısı/perspektif hâlini aldı. (s. 34)
Işk, saf bir birliktir ve küllîdir; Tanrı’da ve mevcûdât’ta tek bir gerçekliktir; bu nedenle bir dişi ile bir erilin ışk’ı ile kulun Tanrı’ya, Tanrı’nın yarattıklarına ışk’ı mahiyetçe aynı gerçeklik düzlemindedir; fark, tecellinin yoğunluğunda, tecelli ediş tarz ve tavrındadır. Benzer biçimde, ışk, ilâhî bir öz olduğundan tecellisi sürekli güzel olacağından, güzellik de çeşitli derecelerde tezahür eden tek bir gerçekliktir. İşte bu nedenledir ki, türü ve cinsi dikkate alınmaksızın bir güzelin yüzünü teemmül, sûfîyi, ilâhî güzelliğin ihsâsına götüren yola koyar. (s. 40)
İlm’in ulaşabileceği en ama en son sınır, ancak ve ancak Işk’ın kıyısıdır. Bu nedenle, kıyıda olan, Okyanus hakkında ancak ve ancak bir zann’a, bir kanaate sahip olabilir; kendisine değil. Işk ise tersidir; çünkü, Işk, İlm gibi kıyıda durup Okyanus’u betimlemez, tanımlamaz, açıklamaz, kavramaz; Okyanus’a dalar, O’nu yaşar. Kısaca, hâlde olur; kâl etmez. (s. 41)
Karşılıklı-cinsler(dişil-eril) arası ışk, kişinin, Tanrı’nın cemâl ve celâlini, kısaca kemâlini, en iyi cisimleştirdiğine inandığı, kendini cezb eden kişiye tutulmasıdır. (s. 48)
Kadîm bir kavramı lafzî olarak kullanmak, zorunlu olarak kadîm mefhumunu-mısdakını vermez. (s. 53)
Hâli içermeyen her kâl, mecazî ve kinâyî anlamın ifadesi şiir bile olsa, makbûl değildir. Hâl’in en önemli özelliği, bilmek değil tanımak; ilim değil yaşamaktır. (s. 67)
Nazar ile keşf, aynı memeden emen ikizler gibidir. (s. 70)
“Benzer, benzeri bilir.” (s. 81)
Sûfilerde ölüm, vatana dönüştür; hayat ise vatan hasreti. (s. 89)
Benlik üzerine düşünmek, bir iğneyi kendi deliğinden geçirmeye çalışmak gibi bir şey. (s. 90)
Heidegger’in deyişiyle “sınır bir kere çiğnendi mi, çiğnenecek başka bir sınır kalmaz.” Sonuç açıktır, insanlığını-sınırını-bir kere çiğneyen kişi, her şeyi çiğner, çiğneyebilir. (s. 93)
“Akıl, taş kadar maddî; taş da, akıl kadar manevîdir.” (s. 105)
Mızraklı İlmihâl’i, soru-kaygı-korku sürecini dikkate almadan mutlak bir hakikat kabul edenin sonu ya Mızrak-lı-lık’a takılıp İlmihâl’i atlamak ya da gerçekliğe karşılık gelmediğini görünce İlmihâl’i atlayıp Mızrak-sız-lık üzerine edebiyat yapmaktır; kısaca sorun -lı ya da -sız takılarından daha önemlidir. (s. 111)
Bilindiği üzere, Evren’de her şey ya doğal yerindedir ya da doğal yerine gitmek ister; insanın nefsinin doğal yeri faal akıl olduğundan -bedenin yeri aşağısı/dünya’dır-, oraya gitmek isteyen nefis, nazarî ve amelî bilkuvve güçlerini bilfiil hâle getirerek, faal akla doğru hareket eder. İttisal bu anlamda bilfiil hâline gelme, başka bir deyişle kemâle ulaşmadır. (s. 128)
Ancak Kutsal’ı, Tanrı’yı farklı bir bakış-açısı ile yorumlamak zorundayız; aksi takdirde mevcut dinî söylem hızla mitolojik bir yapıya dönüşecektir; çünkü “makûlu olmayan inançlar hurâfeye dönüşürler.” (s. 132)
Aktaran: İbrahim Orhun Kaplan