Künye: Fütûhât-ı Mekkiyye, İbn Arabî, Litera Yayıncılık, Çeviren: Ekrem Demirli, 4. Cilt-6. Baskı: İstanbul, 2023
***
* Halin mahiyetini bilmeyen sûfiler, halin bilgiden üstün olduğunu söyler. Hâlbuki Allah adamlarının büyükleri, bu dünyada hallerden sakınır. Haller, en büyük perdelerdir. Bu nedenle sûfiler halleri ‘vergi (mevhibe)’ makamları kazanılan şeyler saymışlardır. Büyüklere göre ise dünya her zaman çalışma yeridir, yoksa (vergi olan) hal yeri değildir. Çünkü çalışmak, senin dereceni yükseltirken, hal sahibinin vaktini boşa harcar ve bu nedenle yükselemez. Hatta hal, salikin (kazanım yoluyla elde ettiği) makamının dünyadaki erken-peşin sonuçlarındandır. Bu nedenle haller vergiler olmuştur. Kazanılan şeyler olsaydı, hiç kuşkusuz, onlar sayesinde yükselme gerçekleşirdi. (Sayfa 63)
* Arifin kalbi Allah’ın rahmetinden daha geniştir. Çünkü Allah ‘rahmet edilen’ diye nitelenemeyeceği için Allah’ın rahmeti Allah’ı sığdıramaz. Allah’ı bilenin kalbi ise Allah’ı sığdırır. Nitekim Allah ‘beni mümin kulumun kalbi sığdırdı’ der. Öyleyse Allah’ın rahmeti her şeyi sığdırır. Arifin kalbi ise Hakkı ve her şeyi sığdıran rahmeti sığdırır. (Sayfa 71)
* Hal mensupları (vaktin oğulları), halleri nedeniyle doğru bilgiden perdelenmiştir. O halde hal sahibi, edebini korumadığı sürece edepsizliği nedeniyle cezalandırılmaz, çünkü onun dili hal dilidir. Bilgi sahibi ise en küçük şey nedeniyle bile cezalandırılır, çünkü o, âlemde Hakkın suretiyle zuhur etmiştir. Varlığında Rabbiyle veya haliyle zuhur eden arasında ne kadar da fark vardır! İki makam arasında ne de büyük fark vardır. İki menzil arasında ne büyük uzaklık vardır! Bilginin şahidi ise bulunduğu durumda kendisini tezkiye edecek bir şeye muhtaçtır. (Sayfa 156)
* Zordaki kişi, tamamen muhtaç olduğu için rabbine dua etmiştir. İnsanların dualarına olumlu karşılık almaktan mahrum bırakan şey, farkında olmaksızın, sebeplere yönelmeleri nedeniyle zenginlik duygusuyla Allah’a dua etmiş olmaktır. Buna da ihlaslı olmamak neden olur. Zorda kalan kişi, duasına olumlu karşılık verilen ihlaslı ve niyeti temiz kişidir. Öyle bir insanın yöneldiği Haktan başkasına iltifat etmesi söz konusu değildir. (Sayfa 170)
* Secde etmek, kalbe vaciptir. Kalp secde ettiğinde ise yüz secdesinin aksine, secdeden asla kalkmaz.
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî tasavvuf yoluna girdiği ilk dönemde kalbinin secde ettiğini görmüş. Secdeden kalkmasını beklemiş fakat kalkmayınca hayrette kalmış. Yaşadığı hadiseyi bu yolun pirlerine sormaya başlamışsa da bileni bulamamış: çünkü onlar, dürüst insanlardı, gerçekleşmiş bir zevk (tecrübe) olmaksızın konuşamazlardı. Bunun üzerine Sehl’e şöyle denilmiş: ‘Abadan şehrinde saygın bir şeyh var, oraya gidersen belki sorunun cevabını alabilirsin.’ Sehl yaşadığı hali sormak için Abadan’a gitmiş, o şeyhin huzuruna girmiş, selam vermiş ve şöyle demiş: ‘Ey şeyh! Kalp secde eder mi?’ Şeyh şöyle cevap vermiş: ‘Eder, hem de sonsuza kadar.’ Böylece şifasını bulmuş ve o şeyhin hizmetine girmiş. (Sayfa 198)
* Allah’tan kendimiz ve kardeşlerimiz için dilediğimiz şudur ki: Ecelimiz geldiğinde namazımızı kılacak insan, ‘Hakk’ın kulağı, gözü ve dili olduğu’ kimselerden olsun! (Sayfa 249)
* Yaratılmışlar, hayali suretlerdir. Onları hareket ettiren Hakk’tır, onlar adına konuşan yine Hakk’tır. Şu halde onlar, (iradelerinin dışında) kudret hükümlerinin üzerlerinde aktığı çekip çevrilen şeylerdir. Onlar, sabit iken silinenler ve var olma hallerinde de yok olanlardır. Onlar, susan-konuşanlardır, tıpkı şehitlerin canlı olması gibi ölü-dirilerdir. Akıl gözün görmediğini görür. (Sayfa 284)
* Ey Dost! Eşyanın en yücesinde -ki Allah’ı zikretmektir- Hakk’ın kendisi yerine koyduğu bir halden, sıfattan, hareketten ve fiilden seni sakındırır. Namaz kılan insan, adeta Hakk’ı giyinen kimse gibidir. Hak ise nurdur. Bu nedenle Peygamber şöyle der: ‘Namaz nurdur.’ Böylece Allah namazı kendi yerine koydu. Hz. Peygamber ise ‘gözümün aydınlığı namaz yapıldı’ der. Göz aydınlığı, bir şeyi görmek nedeniyle gerçekleşen göz sevincidir. Öyleyse namaz kılan kişi namazında Hakk’ı giyinir, O’nu görür ve O’nunla konuşur. Böylece namaz bu üç hali birleştirir. (Sayfa 294)
* Nefislere mahsus ve layık bir takım nitelikler vardır. Bunlar, mümkünün hak ettiği her niteliktir. İnsan, mahiyeti yönünden mümkünün hak etmediği bir takım niteliklerle de nitelenebilir. Fakat mümkün onlarla nitelendiğinde, kendiliğinden sahip olduğu özelliklerden ayırt edilsin diye, onların gerçek sahibi Allah’tır. Nitekim Hak, kullarına tenezzül ve merhamet amacıyla, kendisini mümküne ait özelliklerle de nitelemiştir. O halde nefsin zekâtı Allah’ın ondaki hakkını çıkarmaktır. Bu yorumla çıkarma, kendisine ait olmayan niteliklerden nefsi temizlemek demektir. Böylece sana ait olan kısmı (imkân) alır, O’na ait kısmı (varlık) kendisine verirsin. (Sayfa 316)
* Mümkünün varlığı hadistir. Yani, bu nitelik onun için sonradan meydana gelmiş demektir. Bu taksimde, mevcudun hadis mi kadim mi olduğu sorununa girmeyeceğiz. Çünkü bize göre bir şeyin hadis olması, bizim nezdimizde hadis olmaktan önce bir varlığı olmadığını göstermez. ‘Rablerinden onlara hadis bir söz geldiğinde’ ayeti buna yorumlanır. Söz konusu olan, Allah’ın kadim kelamıdır ve insanların nezdinde hadis olmuştur. Nitekim şöyle deriz: ‘Bu gün bize bir misafir geldi.’ Onun bize gelmesi, bize gelmezden önce varlığı olmadığı anlamına gelmez. (Sayfa 321)
* O halde iman asıl, amel ise hiç kuşkusuz ki bu aslın bir feridir. Bu nedenle müminin kendisine itaatin karışmadığı saf bir günahının olması mümkün değildir. Karıştıran ise günahkâr-mümindir. Çünkü mümin günahkâr olduğu bir işin günah olduğuna inanır. İnanmak farzdır ve kuşkusuz bir farzı yerine getirmiştir. Öyleyse mümin günah işlerken sevap alır. İman ise günahtan daha güçlüdür. (Sayfa 324)
* Kötülük seni üzen şeydir. Dolayısıyla sen, kötülüğün etkisinin bulunduğu bir yersin. Kötülük, bir fiil olması yönünden kötü diye nitelenemez. Her fiil, kendisini var eden ilahî bir ismin fiilidir. Bir ilahî ismin böyle bir fiili var etmesi, kendisinden ortaya çıkan bir iyiliktir. Dolayısıyla bu fiil, sadece onu kötü gören veya kötüleştirdiği kimsede kötü olabilir. Bu ise insanın nefsidir. Çünkü acıyı ancak bulunduğu kimse bulabilir. Acının hükmü, kendisini var edenden değil, acıyı duyanda ortaya çıkar. Çünkü kötülüğün, öznesinde bir hükmü yoktur. (Sayfa 331)
* Allah, türeyenlerin her bir cinsine kendisini temizleyecek zekâtı farz kılmıştır. Böylece her tür, sahip olmak duygusuyla insanda meydana gelen iddiadan temizlenir. Çünkü türde asıl olan şey, genel anlamda Allah’ın mülkü olması yönünden temizliktir. Eşyanın kendisinden ortaya çıktığı asıl el-Kuddûs ismidir. el-Kuddûs, özü gereği yaratılmışların kirlerinden temiz olan demektir. Dışta ortaya çıktıklarında ise sahiplik yoluyla insanların iddiaları eşyada meydana gelmiştir. Bu durumda ise onlara, yaratıcılarından başkasına ait sayılmakla aslî temizliklerini rotadan kaldıran bir kir bulaşmıştır. Bu aslî temizlik, başkasının sahipliğinden kaynaklanan bu geçici kirlenmeye maruz kalmazdan önce, yaratıcılarına izafe edilmeleriyle kazanılmıştı. Zaten yaratılmış olmak, kir olarak yeterli değil midir? (Sayfa 243)
* Bedenler ruhların hizmetkârlarıdır, çükü ruhlar, sorumlu oldukları şeyleri bedenleri üzerinde icra eder ve bedenler vasıtasıyla amel gerçekleşir. Bedeninde çalışan kimseye zekât düşmez. Zekât, bedeni çalıştıran ruha düşer. Ruhun zekâtı ise niyet ve takvadır. (Sayfa 264)
* Her insanın zekât vermesinin illeti, sahiplik iddiasıdır. Kölenin ise herhangi bir şeyde bir iddiası yoktur. (Sayfa 377)
* Allah’ın nimetlerini Allah ehlinin yemesi gerekir. Bu nimetler onlar için yaratıldı. Başkaları ise Allah ehlinden dolayı onları yer. Allah ehli, nimetlerin birincil hedefi, onun dışındakiler ise söylediğimiz gibi topluluğa uyarak o nimeti yiyen kimselerdir. İşin ayrıntısına inersek, insandaki her bir cevher veya araz Allah’ı tespih eder. Dolayısıyla her şahıs Allah ehlidir ve âlemde bu genel ‘ehil olma’nın dışında kalan kimse yoktur. Seçkinlerin üstünlüğü ise sadece keşif yoluyla bu bilgiye ermiş olmalarından kaynaklanır. Bu mesele, Allah yolundaki en kapalı konulardan biridir. Çünkü toplam, bu parçalardan başkası değildir, dolayısıyla parçalar bütünün kendisidir. O halde bütün, parça demektir. Öte yandan parça, itaatkârdır. Bütün veya toplam ise bu niteliğe sahip değildir. Fakat bütün veya toplam, toplamın birliğiyle itaat eder. (Sayfa 391)
* İnsan yaratıkların övgüsünü kazanmak için sadaka verirse, infak gayesine göre değerlendirir. Buna karşın insan, Allah’a yaraşır olması yönünden övgünün Allah’a dönmesini isteyebilir. Böyle bir halde sadaka verir ve kendisini sadaka veren olarak görmez. Ya da günah bir konuda infakta bulunur ve korunmayı görmez. İnfak ise ancak Allah’ın elinden olabilir. Böyle bir insan, bu zevk ve hale sahip olduğu sürece bütün infakları nedeniyle övülür. Böyle bir durumda verilen sadakanın sevabı, sadece sadakayı verene döner. Binaenaleyh Allah’ın eli infak ederken Rahman’ın eli ise ondan alır. (Sayfa 396)
* Nefsini bilen insan, üzerinde hükümran olan şeriatın davrandığı gibi nefsine davranmalıdır. Mürit, bulunduğu vakitte aklına gelen şeye bakıp düşüncesinin hükmü altında olmaz. Böyle yapsaydı, hatası doğrusundan daha çok olurdu. Burada akıllı âlim, bilgisizden farklılaşır. Fakat bütün bunlar, keşfi olmayan Allah ehli içindir. Hz. Peygamber halini ve makamını bildiği için bütün malını getiren Ebu Bekir’e bir şey demedi. Ona ‘malından ailen için bir şey saklamadın mı?’ demedi. Ömer ise Peygamberin yanında Ebu Bekir’i övmüş, Peygamber de buna tepki göstermemiştir. (Sayfa 409)
* Bilgi öğrenmek isteyen insan, sorulan şeyin kendisini değil, Allah’ı aramalıdır. Bilgi öğrenmek isteyen, Allah karşısında böyle bir bilince sahip olmalıdır. Soran kişi, sorusunu arttırır, çünkü sorulan Allah’tır. Böyle bir bilince sahip olmazsa, hocadan başkasını görmediği gibi bilgiyi de sadece hocasından görür ve ‘Allah en iyisini bilir’ deyişiyle talebeyi Allah’a döndüremez. (Sayfa 411)
Edebifikir