Mehmet Erikli, acı ve ıstırap arasına bir set çekti…
***
Okumalar Üzerine Notlar
Uzun zamandır Kadıköy’e inmiyorum. Yazar dostlarla Yokuş’da hasbihal edip vaktin kıymeti hakkındaki şüphelerimi de arındıramıyorum zihnimden nicedir. İşin gerçeği bu sıralar Babıali’ye pek uğrar olduk. Yayın evleri birer ikişer Cağaloğlu’ndan taşınsa da birkaç arkadaşla, kalanlarıyla yetinerek listemizdeki kitapları temin ediyoruz. Sonra çay, muhabbet derken ertesi gününün hesapları ve bir sonraki günün… İşte bu bir sonraki günün ne getireceği malum olmayan ve zihnen tanzim edilen hesabı yapılıyorken içime Kadıköy’ün özlemi de düşmüyor değil. Öyle ya Kadıköy ihmal edilecek bir yer değildir. Çünkü kitapçıları ve sahafları var. Sözgelimi Babil Sahaf’ın münzevi kitapçısı Lütfü abi bizi bekler. Yokuş’da Orhan abi bekler, Mephisto’su, Alkım’ı, Penguen… Ah pardon Penguen kapanmıştı değil mi? Kan kaybı! Kabalcı ve YKY’yi de unutmayalım. Hasılı Kadıköy bizim azığımızı toplayıp da heybemizi şişiren bir yer. Neden ihmal ettiğime gelirsem galiba somut bir cevap veremem. Fakat lak lak yapmaktan daha değerli eylemleri başucu yapma fikri hiç de fena değil. Mesela onca vakti Kadıköy’de öldürmek yerine alınan kitapları okumaya koyulmak ne iyi… Öyle ya sürekli kitap alıyoruz fakat sürekli okumaya vakit bulamamaktan şikâyet ediyoruz. Hem bunca yığılı kitabı okumaya da ömür yetmeyecek biliyorum. Şimdi bahar gelmiş olsa da Yokuş’daki hasbihallere ara verip daha çok okumaya ve yazmaya vakit ayırıyorum. Aslında ilk işaret Sulhi Ceylan’dan gelmişti. Ona daha önce hiç temaşa etmediğim bir hâl uğradı. Önce çözmeye çalıştım. Fakat bir mantık problemi yahut bir geometri sorusu gibi yaklaşıp çözebileceğim türden bir hâlin izdüşümü değildi bu. Sulhi Ceylan’ın üzerinde bir hâl var. Ama ne? Soru sormayı seviyorum. Soru sormak da bir tür cevap verme biçimi beni için. Fakat ben gene de bu sualin yanıtını Aydoğan K’dan dinlemek isterim. Sulhi de elinden düşürmediği kitaplara ve yazmak isteyip de iyiden iyiye eğilemediği meselelere dair yazmayı öncelemek istediğinden Kadıköy’e gitmemeye direndi sanırsam. Aşağı yukarı bir aydır bu böyle.
Kitaplar ve okuma derken neredeyse üç ay önce aldığım fakat başlayıp bitirmediğim bir kitabı nihayete erdirdim. Araya bir sürü kitap girdi ve şimdi size bahsedeceğim kitabı ancak bitirdim. Hiç şüphesiz “lak lak” ne kadar içi dolu olsa da bir kitabın size aktaracaklarının ancak onda ikisi bilemedin üçüdür. Söz konusu bu kitap Eugenıo Borgna’nın Ruhun Yalnızlığı. YKY’nin cogito dizisinden çıkmış bu çalışma önemli bir tahlil kitabı aslında. Kuram, metodoloji, dilbilim nev’inden değil. Bu kitapta insanın tahlili var. Kitabın yazarı Maggiore Hastanesi’nde Psikiyatri Başhekimi. Birçok çalışması var. Bu da onlardan biri. Kitabın içinde ilgimi çeken birçok başlık mevcut fakat yazarın tespitlerinin yanı sıra okumalarından aktardıkları da kayda değer. Polonyalı bir yazardan bahsediyor Borgna. Ryszard Kapuscinski adlı yazarı büyük bir yazar olarak bize tanıtıyor. Bu yazarın bir röportajından bahsediyor. Söyledikleri belki de yeni keşfedilmiş şeyler değildir. Psikoloji okuyanlar birazdan Ryszard’ın sarf ettiği sözleri çok yeni bir buluş, tanım olarak görmeyecektir de. Acı ve ıstırap diye başlamış söze Ryszard. “Acı fiziksel dünyaya, ıstırap ise psişik dünyaya aittir. Birbirinden ayrı ama birbiriyle bağlantılı ve etkileşim içinde olan iki alandır bunlar. Acı belli bir noktada yer alabilir (baş ağrısı, karın ağrısı.), oysa ıstırap bütün varlığımıza zulmeder, bizi yıpratır, zayıflatır, çoğu zaman da değerimizden düşürür. Acı doğal bir rahatsızlık şeklinde yaşadığımız bir şeydir, kabul edilir, nettir. Bir testere parmağımızı kesecek olursa, elimizin ağrıması doğaldır ve bunda herhangi bir tuhaflık görmeyiz. Acı mazur görülür. Ancak ıstırap için bu geçerli değildir. Istırap bize haksızlık, talihsizlik, hak edilmemiş bir ceza gibi gelir: ona olan ilk tepkimiz isyandır, başkaldırıdır.” Buradan gelmek istediğim yer insanın acıyla kurduğu ilişkinin çoğu kere yapay olduğunu söylemek istemem. Neden yapay dedim. Acı, ayağımızı ceviz ayaklı sehpaya çarptığımızda duyduğumuz bir inilti hâliyken biz ruhî olanı da bu bağlamda yani ıstırabın alanına kaydırarak açıklama yoluna gidiyoruz. Kendimizi vakitsizce ıstırap nöbetleriyle, hastalık hastaları gibi içimizde hissettiğimizi sandığımız, içimize çöreklenen ve adlandıramadığımız bir takım duygularla tatmin ediyoruz. Bu içimizde beliren her neyse yapay bir şey. Bir çokları gene bu ıstıraptan haz duyduğunu ve hatta bazı yazarlar yazma eylemini biricik gördüğü ıstıraplarına bağlayabiliyor. Oysa gerçekte her insanın tanımlandığı gibi ona karşı gelmesi icap ediyor. Çünkü ıstırap bir ceza onun için. Haz alma meselesi işin yapaylığından doğan bir durum gibi geliyor bana. Öte yandan tatmininin ikinci hâli tatminsizlik olduğundan ıstırap sürekli ihtiyaca göre adlandırılıp, şekillendirilebiliyor insan eliyle. Bu da bir yanılgı bana kalırsa. Bilmem siz ne düşünürsünüz? Sözümüz acıdan ve onun insanda karşılık bulan etkilerinden açılmışken yeni edindiğim bir kitabın içinden de bir şeyler iktibas edip sözüme omuz vermesini sağlamak istiyorum. Sel Yayınları’ndan çıkan David Le Breton’un Acının Antropolojisi adlı çalışma önemli. Yazar kitabın içinde acının antropolojik özelliklerine değinirken küçük bir başlık açıyor: “Acının Belirsizliği” güzel. Bu başlık bize çok şeyi söylüyor aslında. Yani şu yapaylık meselesine iyiden iyiye omuz veriyor tek başına. Müphem bir olgunun insanda yerleşik bir biçimde tespit edilip kavranması güç. Fakat acının bilinebilir olmasına ilişkin nüvelerin ortaya dökülmesi olanaksız değil. Bu başlık altında söze şöyle başlıyor Breton: “Acı psikolojik bir olgu değildir, yaşamsal bir olgudur. Acı çeken beden değildir, tümüyle bireydir.” Gene, ifade edilemeyen başlığı altında bazı saptamalarda bulunan Breton şöyle diyor: “İnsanı köklerinden koparan ve olaylara yabancılaştıran acının koşullarını adlandırmak ya da onlara tanıklık etmek, yaşamı yararak içine yerleştirilmiş bir ölüme benzer.” Bu paraftan sonra Soljenitsin’in kahramanı Kostoglotov’dan bahsediyor ve onun eserinden bir paragrafla söylediğini örnekliyor: “O sonbahar, anladım ki insan kendisini ölümden ayıran çizgiyi aşabilir ve aynı zamanda da hâlâ yaşayan bir beden olarak kalabilir. İçinizde, bir yerde kan akıyordur hâlâ ama psikolojik açıdan ölümden önceki hazırlık safhasını aşmamışsınızdır ve ölümün kendisini yaşamamışsınızdır.”
Buradan anladığımız kadarıyla acının kendisi her ne kadar müşahhas bir zeminde teşekkül ediyorsa da ıstırap dediğimiz ve olabildiğince mücerret olanın bilgisi bizde yoktur. Çünkü onun kendisini yaşamak, sözgelimi ölümün kendisini yaşayamayacağımız (hayatta iken) gibi. Eğer yaşayıp kendi ıstıraplarımızdan haz alıyorsak bunu kendi zihnimizde eyleyip kurmuşuz demektir. Yani bir biçimde onu yeniden üretmiş olduğumuzu da söyleyebiliriz. Istırap var olan fakat insan eliyle üretilemeyen ve şekillendirilip istenildiği gibi faydaya çevrilemeyen bir mefhum olarak okunursa işi zorlamadan halletmiş olacağız. Istırabı tabi olarak bilip onu hayatımızda bir tür kurmacaya dönüştürmeden anlamak lâzım.
1 Yorum