Alev Alatlı’nın “Fesüphanallah!” ve “Hafazanallah!” adlı kitapları satışa çıkar çıkmaz soluğu Cağaloğlu’nda aldım. Kitapların, alışılmışın dışında bir içeriğe sahip olduğunu sadece kapaklarını inceleyen birisi bile sezebilir. Önce içindekiler bölümünü inceledim. İçindekiler bölümlere, bölümler kendi içinde pencerelere ayrılmıştı. Bazı pencerelerin aralarına “necefli maşrapa” alt başlığını taşıyan malumatfuruşların seveceği çerçeveler yerleştirilmişti.
Kitabı okumaya başlar başlamaz bir devrik cümle ile karşılaştım ki, bu üsluptan kitabın beni zorlayacağını çıkardım. Bahsedilen konular ilgi çekiciydi ama cümleler insanı yoruyordu. Kitabın, konuşma dilinden uzaklaşarak daha ciddi bir üslup kazanmasını umarak okumayı sürdürdüm. İlk on sayfadan sonra kitabın bu formatta yazıldığını anladım.
Alev Alatlı, Amerika’yı yazmış. Çoğu insanın görmeye çalıştığı, kimilerinin gördüğünü iddia ettiği büyük resmi Antik Yunan ve Roma’dan bugüne adım adım ilerleyerek anlatmış. Her iki kitapta da o kadar çok malumat var ki okurken insanın başının dönmemesi mümkün değil. Konuların birbirleriyle bağlantısı haddinden fazla olduğu için bölümler arasında perde çok ince kalmış. Bazen okurken yazarın tekrara düştüğü sanılabilir ama genelde o tekrar kısmı önemli bir bağlantı veya hatırlatma niteliğinde oluyor. Kitabın sadece necefli maşrapa yazan alt başlıklarının değil tamamı malumatfuruşların seveceği türden… Ama yazarın verdiği nasihatleri o bilgilerin arasından ayıklamak gerekiyor.
Nasihatler, kitabın yüzde beşinden fazlasını oluşturmuyor. Bende en çok yer eden nasihati, Amerikalıların ‘evrensel ahlak’ kavramıyla oynamayı çok sevdiğini bilmemizi istemesi oldu. Bu durumun bir şekilde Locke’un ‘Tabula Rasa’ yani boş levha kuramına bağlanacağını tahmin ediyordum. İtiraf etmeliyim ki kitabı okuduktan sonra Locke’a başka bir gözle bakmaya başladım. Zira artık Alev Alatlı gibi evrensel ahlak diye bir kavramın olmadığına inanıyordum. Alatlı, Avro-Amerikan aydınlarının Sir Francis Bacon’a bir çağ açıcı gözüyle baktığını söylüyor. Bacon’ın ABD’nin kurulmasına fikirleriyle öncülük ettiğini, Avrupa’yı silkeleyip durağanlıktan kurtaran kişi olduğunu belirtiyor.
Yazarın şunu mutlaka bilin dediği nasihati ABD’nin İsrail’e bu kadar yakın durmasının sebebinin oluşturulmak istenen yeni dünya düzeni ile ilgili olması. Yeni dünya düzeninde tek din ilkesi olduğunu ve bu tek dinin ‘Evangelizm’ olduğunu söylüyor. Evangelizm nedir sorusuna ise Hıristiyanlık ve Yahudiliğin füzyonundan oluşan bir din olarak cevap veriyor. Kitaplarda yer yer çevirilere ve alıntılara da yer verilmiş.
Alev Alatlı, herkesin üzerinde mutabık olduğu bir “kimliğimizin” olmamasından daha doğrusu “Müslüman Türk” denilince burun kıvıranların olmasından yakınıyor. Amerika’nın yükselişinde ortak bir kimliğe sahip olmanın önemli bir etken olduğunu ileri sürüyor. Bu cümleleri okuyunca aklıma Rahmetli Ali Fuad Başgil geldi. Başgil hoca da memleket olarak ana meselelerde bir türlü uzlaşamadığımızı söylüyordu. Aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen benzer bir sorunun güncelliğini koruduğu kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçek.
Kitaptaki anlatı örgüsünün nereye uzanacağını hiç kestirilemiyor. Mesela kitapta dünya çapında izlenen dizilerden biri olan Vikings’in karakterlerinden biri olan Rollo’dan bile bahsediliyor. Dizinin genelinde Rollo ön planda yer alan bir karakter değil ama yazar bilinen Avrupa tarihinde önemli bir yere sahip olduğunu belirtiyor.
Alev Alatlı’nın yazdıkları arasında dikkatimi çeken başka bir husus Avrupa’da bütün hanedanların birbirleriyle akraba olduğu iddiası. Yazar ara ara farklı hanedanlardan bahsetmekle birlikte en çok Habsburg ve Bourbon hanedanlarından söz açmış. Kitapta, Fransa, Almanya, İngiltere, İspanya gibi ülkelerin hanedanlarının sürekli birbirleri arasından evlilik yaptığı birçok yerde vurgulanıyor. Alatlı; şu an bile Avusturya, Hollanda, Almanya gibi ülkelerdeki dişli partilerin yönetim kadrolarında bu hanedanların torunlarının olduğunu söylüyor. Kitabın içinde bu hanedanlıklara dair dedikodular da mevcut. Kim kimin gayrimeşru çocuğu, kim kiminle neden evlenmiş, akraba evliliklerinin perde arkaları ve sonuçları gibi konulardan bahsedilmiş.
Alatlı, Türkiye’ye siyasal İslamcı damgasını yapıştırmalarına rağmen Avrupa’da azizlik mertebesinin siyasal bir etkinlik olarak nasıl kullanıldığının gözler önüne serilmesini de anlatmış. Katolik ve Ortodoks Kiliseleri azizlik unvanını geriye dönük olarak verme yetkisine sahipmiş. Düşünsenize, 1000 yıl önce ölmüş biri şu an aziz ilan edilebiliyor! Şunu da hatırlatayım; azizler Hıristiyan itikadına göre doğrudan Cennet’e gider.
Kitapta ağdalı bir dil kullanılmış. Yazar, kitaplarında Osmanlıca kelimeleri kullanmasının sebebini, durumu daha yerinde ve iyi ifade eden Türkçe kelimelerin bulunmaması olarak açıklamış. Türkçenin bu konuda yetersiz oluşundan ve çeviri yaparken bazen tek kavram için en az üç kelime kullanmak zorunda kaldığından bahsetmiş. Hâlbuki ben, konuşma dilinde yazılan ve az sözle çok meram anlatma kaygısı taşımayan bu iki kitapta günümüz Türkçesinin cesurca kullanılmasını beklerdim. Eğer bir yerde bir kavram eksikliği göze batıyorsa kavramsallaştırma denemelerinin Alev Alatlı gibi aydınlar tarafından yapılması gerekmez mi? Alev Alatlı’nın, çağın dışında bir şeyler söylenebilir mi kaygısını taşıdığı kanaatindeyim. Ama çağın dışında bir şeyler söylemek için çağın dilini yakalamak gerekiyor sanırım.
Alatlı, yazılan birçok eser ve makalesinin sükût suikastına kurban gittiğini ifade etmiş. Kendisine hak verdim. Edebiyat ve akademi camialarına kayıtsız kalmak artık kanıksanan bir durum. Kimse kimsenin yazdığıyla ciddi manada ilgilenmiyor. Hâlbuki daha iyi, iyinin düşmanıdır. Daha iyiye ulaşmak gibi bir kaygı taşıyanların kayıtsız kalmak gibi bir lüksü yoktur.
Doğrusu ben, bu kitapların bir nasihatnameden ziyade yenidünyayı öğrenme ve anlama kılavuzu olduğunu ve bu sebeple bilhassa okunması gerektiğini düşünüyorum.
Muhammed Furkan Kâhya
4 Yorum