Gabriel Garcia Marquez’in yazdıklarına karşı ilk yakınlığımı, ölmeden önce yazdığı veda mektubunu okuduğumda hissetmiştim: “Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Rab bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Rabbim, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim…” “Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır…” Böyle diyordu Marquez ve haklıydı, bazen elvedalar yeni merhabaları doğuruyordu.
Aradan uzun zaman geçmesine rağmen kitaplarıyla tanışmak nasip olmamıştı. Tâ ki Güray Süngü’nün bir televizyon programında, en sevdiği kitaplardan birisinin de “Albaya Mektup Yok” olduğunu söyleyene kadar. Kitap, ülkesi için verdiği hizmetlerin karşılıksız kaldığını anlayan, emekliye ayrılmış bir albay ve eşinin hikâyesini anlatıyordu. Bir yaşlı adam, bir yaşlı kadın ve bir dövüş horozu… Gelmek bilmeyen emeklilik maaşı ve bitmek bilmeyen bir fakirlik gözler önüne seriliyordu.
Kitabın ilk sayfalarındaki albayın karısının şu cümlesi nedense bana çok tanıdık gelmişti: “Ekimde gömülmek korkunç olmalı” Evet, ekim ayı ile oldum olası bir ünsiyet kuramamış, kendisine karşı hiçbir âşinalığım olmamıştı. İki yıl evvel bir dostuma gönderdiğim Ferîdüddin Attâr hazretlerinin “İlâhinâme” kitabının başına şu notu düşmüştüm: “Eylül’ün hüznü geçti. Ekim’in bocalamaları da bitiyor. Kasım’da biter, sen vaktin oğlu olmaya bak.” Marquez’in sözü Turgut Uyar’ın mısrâlarını anımsattı bana: “Eylül toparlandı gitti işte / Ekim filanda gider bu gidişle” ama olsundu.
Kitapta insan ilişkileri o kadar sıradan, o kadar doğal ki hiçbir yabancılık çekmiyoruz.
“Rutubet iliklerime kadar işledi,” dedi.
“Kış geldi,” diye yanıtladı kadın. “Yağmurlar başladığından beri çorapla yatmanı söylüyorum sana.”
“Bir haftadır öyle yatıyorum zaten.”
Ve müthiş bir tespit: “Kötü bir durumun en kötü yanı bize yalan söyletmesidir.”
Marquez, kahramanı albayın her Cuma gittiği limanda, posta teknesi geldikten sonra, posta şefinin bir ağu gibi içine oturan “Albaya Mektup Yok” sözüne inat her birimize bir mektup göndermiş ve bize 66 sayfalık bir yapıt sunmuş.
Celal Kuru