Künye: Edebiyat ve Utanç – Franz Kafka’nın “Dava”sından Hareketle Edebiyatta Utancın Arkeolojisi, Ahmet Sarı, KETEBE Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Eylül 2019.
***
Kafka’nın aslında tüm eserlerinde utancın payı büyüktür. Hor gördüğü bedeninden, Yahudi karanlığına; babasının yanında bedensel cılızlığından vejetaryenliğine; gündelik hayatta kendisini utanç duygusu veren kepçe kulaklarından, orta yaşına rağmen hâlâ maaile aynı evde kalmasına; zayıf bedeni nedeniyle askere gitmek istemesine rağmen askere alınmamasından, kendinden önce iki erkek kardeşinin ölü doğmasından hareketle küskün bir rahmin zayıf bir varlığı olarak dünyaya gelmesine kadar utanç onun hayatında apayprı bir yere sahiptir. (Sayfa, 11)
Biz biliyoruz ki, utanç da, merak, açgözlülük, sinsilik, acelecilik duyguları gibi bu dünyaya ait duygular değillerdir. Bu dünyada nefes alırlar ama bu dünyanın bize bahşettiği duygular olmamışlardır. Cennetten, dünya öncesi bir mekândan bizlere kalmışlardır ve oradan bize inmişlerdir. Hz. Âdem nasıl bu dünyadan daha önce bir başka dünyada yaşamış ve bu dünyaya inmişse, onunla birlikte yasak meyvenin yardımıyla topyekûn bir kültür ve duygu dünyası da bütünüyle bu dünyaya inmiştir. Utanç, Hz. Âdem’in yasak meyveyi yemesiyle dünyadan çok önce zaten bilinen bir duygu olduğundan, o da elma ve Hz. Âdem gibi, bir duygu olarak cennetten yeryüzüne sürülmüştür. O yüzden Josef K.’nın utancının yüceliği ve büyüklüğü köken ve ontolojik bir duyguya, o kaynağa gider ve köken-utancı (Urscham) işaret eder bizlere. (Sayfa, 15-16)
“Sanki utanç ondan sonra da hayatta kalacaktı.” (s. 230) epiloğunu yorumlayan edebiyat bilimciler bundan bir umudun yer aldığını da düşünmektedirler. Her şeyin bitip gitmediğini, bir şeylerin kalakaldığını, beden utançtan ölse de, utancın yoluna devam ettiğini dillendirirler. (Sayfa, 16)
Romanın sonunda, hele de 31. yaş günün bir gün ertesinde kendini almaya ve infazı gerçekleştirmeye çalışacak iki irikıyım adama kendini bir köpek gibi teslim eder. İnfaz kaçınılmaz olduğu için yine yasayı temsil eden bu iki cellattan kaçmaya çalışsa da, sonra kendini onlara öyle bir eklemler ki üçü, Josef K. ve iki yasa uygulayıcısı cellat bir makinenin düzenli işleyişi gibi işlemeye başlarlar. Yine Josef K. uysallaşmaya başladığında, kendini teslim ettiğine ve kendini kurban olmaya adadığına göre burada bir köpek uysallığından bahsedebilir. (Sayfa, 20)
Roman sonunda, belki de tüm Kafka metinlerinde baş karakterler adeta köpekleştirilirler. “Bir köpek gibi”nin açılımı burada elbette köpek uysallığını veren bir vurgu değildir, aşağıla/n/manın remzidir. Ama Yasa Kapısı’nda da çiftçi hakkını aramak için özgür olmasına rağmen yasa kapısına (aynen Josef K. gibi kendi iradesiyle) gelmiş ve yasanın korkunç tornasından geçip bir şekilde köpekleştirilmişse; Gregor Samsa insan olarak hızlı yaşantısının bir yükü olarak böceğe dönüşerek uysallaştırılıp, en son böcekten de bir “şeye” (Ding) indirgenerek köpekleştirilmişse; Açlık Cambazı’ndaki figürümüz kırk gün aç kalan bir insandan, hayvanat bahçesine düşüp orada açlığını sınırsız günler boyunca kotarabilme şansına erişmiş ve son olarak da samanların arasında, “tadını sevdiği yemeği bulamadığı için” köpekleşmişse vs. Josef K. da epilogda “hangi tiyatrodan geliyorsunuz?” diye dalga geçtiği, belki de geçmediği, gerçekten de içten inanarak tiyatrodan geldiklerini sandığı bu iki irikıyım adamların hal ve hareketlerine uymaktan başka çare bulamadığı için köpekleşmiştir artık.” (Sayfa, 21-22)
Kafka metinlerinde devleti, devlet kurumlarını, yasayı, kısaca yüce erki simgeleyen her mekanizma aniden her yerde belirebilme gücüne, “yüce panoptikonluğa” sahiptir. Figürlere yasayı duyumsatmak bunların görevleridir. (Sayfa, 25)
Peter Weier’in Truman Show’unda, Jim Carrey Truman Burbank karakteriyle içinde bulunduğu sanal dünyanın, -metin gerçekliğinde gerçek dünya olarak belirir- sınırlarını zorlayarak, okyanusları aşarak aynen Josef K.’nın taşocağında başka bir âlemin kapısını zorlaması gibi gemisiyle bir maket dünyanın sonuna varmıştır. Bilgisayar odasına girmiş, başka bir dünyaya kendini atmıştır. Başka bir dünyanın farkındalığına varması gibi ancak utancının tanrıya doğru yeni bir hayata yol aldığı ve utancının o öldükten sonra yaşamaya devam ederek tanrının kayrasından şefaat dilemesi ile de açıklanabilir durum.” (Sayfa, 26)
Thomas Anz Kafka adlı biyografisinde Kafka’nın Askanischer Hof’ta kendi kendine uyguladığı davanın Josef K.’nın davası ile benzerlik taşıdığını, bu davanın Kafka’nın kendi içinde acı bir adalet olarak devam ettiğini, farklı figürlerle parçalanmış olarak kendini betimlediğini dillendirir. (Sayfa, 41)
Josef K.’nın davasını terk edişi, Firavun’un davasını terk edişi gibidir. Josef K. davasını terk ettiğinden, cellatlarla aynı beden ve adım kombinasyonu içine girdiğinden, hareketlerinde ruhsal olarak da artık kendini kurban olarak onlara gönüllü sunduğundan ve onlara karşı çıkmayı bıraktığından “bir köpek gibi” ölmeyi hak etmiş, utancı da o öldükten sonra devam etmiştir. “Firavun imanı” da öyle değil midir? Kızıldeniz üzerine kapanırken “Musa’nın rabbine inanan” ama Allah tarafından imanı sahih görülmeyen, davasını yitiren ve boğulmasına rağmen secde pozisyonunda Kur’an’da utancı o öldükten sonra da devam edecek bir duruma düşmüştür Firavun. Firavun ölmüş, davasını yitirmiş, bir köpek gibi ölmüş olsa da utancı kendisinden sonra gelecek nesillere Kızıldeniz’in diplerinde secde mahallinde bir durum olarak taşımıştır. Bu durum Ebu Leheb için de geçerlidir. Ebu Leheb gerçi Firavun gibi hiçbir zaman sözde dahi olsa Hz. Muhammed’in (sav) rabbine inandığını dillendirmemiştir. Ölmüş olmasına rağmen, bedeninin kokusu ve hastalığı nedeniyle kimse cesedine yaklaşamamış ve gömülememiş bu bedenin kendi utancı olmuştur. Oğullarının, sılai rahminin onu defnedememesi durumu bir utanç olarak devam eder. Utanç bir ceset için, Ebu Leheb öldükten sonra bile devam edecektir. (Sayfa, 44)
Utancın büyüklüğü ve kadimliği elbette utanan için bir yüz aydınlığıdır. Yasak meyveyi yiyen Hz. Âdem’in utancı o kadar büyüktü ki utancının tazyikatıyla tövbe ile yine cennete, kaybettiği yerlere yeniden döndü. Büyük bir günah işlediğinde varlıkta oluşan utancı ancak aynı utanç (tövbe) eski yerine getirebilir. “Ancak yaralayan mızrak, yarayı iyileştirir.” (Sayfa, 66)
Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünde utanç üzerine çok iyi bir bölüm var. Nietzche Zerdüşt’e şöyle dedirtir: “Şöyle der gören kişi, utanç, utanç, utanç. İnsanın tarihi budur.” (Sayfa, 67)
Utanç büründüğü insanı yalnızlığın kucağına iter. Korkunun onlarca şekli varsa utanç da insanın içine doğru eğilip bükülen, insanın içine doğru seyreden ve içi kapladıktan sonra farklı belirtilerle dışarıya kendini gösteren bir duygudur. Utancın “korkunun çocuğu” olduğu söylenebilir. Ama her utananın bir şeylerden korktuğunu söylemek haksızlık olur. (Sayfa, 70)
Kayıtsızlığın bir virüs gibi içimizi sardığı, modernleşen ve postmodernleşen dünyada ferdileşen, bireyleşen ve benmerkezci bir düşünceye tapan, “ben”den başka hiçbir şeye artık imanı kalmayan zamanlarda baş gösterdiği ve kendini feda düşüncesinin zamanla eriyip gittiği söylenebilir. İnsanların birbirlerinin derdine koştuğu, bir diğeri için var olduğu zamanlardan artık sadece insanın değil, hiçbir şeyin insan için bir değer atfetmediği zamanlara vardık. (Sayfa, 77)
İnsanın utanca doğduğunu değil utançla doğduğunu, utancın onun ontolojisinde var olduğunu biliyoruz. Bir çocuk nasıl daha yeni doğmasına, hiçbir yerden bir şeyler öğrenmemesine rağmen iki yaşına, üç yaşına geldiğinde kendiliğinden utanırsa, Darwin’in yaptığı deneylerle doğuştan körler bile dünyada deneyimle elde edilmeyen bir duygu olarak yüzlerinde utandıklarında kızarıklığı birlikte getiriyorlarsa, ilk insana kadar utancı götürebiliyoruz. İlk insana götürmememiz yetmiyor çünkü onun da içinde utanma duygusunun kodlandığına şahidiz. (Sayfa, 85)
Kafka, Milena’ya yazdığı mektupların birinde “Ben kirliyim Milena, son derece kirli, bu yüzden saflık hakkında bu kadar bağırıyorum. Kimse cehennemin en dibinde olan kadar saf şarkılar söyleyemez, meleklerin sandığımız şarkılar, aslında onlarındır.” diyerek bu homoerotik meylinin izdüşümlerini mektupta vermiştir. Friedländer bir şeyin Kafka’ya işkence ettiğini, ama daha fazlasını söyleyemediğini, ancak bütün kaynakların suçluluk duygularının onun etrafında yapılan somut cinsel girişimlere değil fantezilere, hayal edilen cinsel ihtimallere işaret ettiğini gösteriyor bizlere. (Sayfa, 121)
Olayların aklın istemediği yönde seyri sizin akıl dışı alana çekiliyor olduğunuz, paranoyaya kapıldığınız, gerçekliği yitirmeye başladığınız anlamına da gelebilir. İnsan her şeyin normal seyrini elden kaçırırsa normal dışı eylemler gerçekleşir. Mantıklı alanlardan mantık dışına, akıllılıktan deliliğe geçildiği gibi insan kendi deliliğinden aklını kullanma yoluyla kurtulabilir. Josef K. bunu yapamamıştır. Gafil avlandığı, akıllı davranmadığı için mantıkdışı olayların seyri çorap söküğü gibi ilerlemiş ve kader onu infaza itmiştir. (Sayfa, 133)
Aktaran: Adem Suvağcı