Edebiyat Sosyolojisi

edeKünye: Robert Escarpit, Edebiyat Sosyolojisi, İletişim yayınları, İstanbul, 1992.

***

Edebiyat olayı kendini bize üç özel durumda gösterir: kitap, okuma, edebiyat. Günlük konuşma dilinde çoğu zaman bu üç sözcüğün biri diğerinin yerine kullanılır. Gerçekte bu üç kavram birbirini kısmen doğrular ve sınırları oldukça belirsizdir. [sayfa 19]

Gerçekte kitabın bir tanımı yok. Her ülke ya da her yönetim kendine göre bir tanım yapıyor. Fransa’da yalnız maliye bakanlığının bir gümrük için bir de vergi için ayrı ayrı tanımları var: 1964 yılında UNESCO Genel Meclisi, evrensel istatistik bir tanımın onaylanmasını salık verdi: “En az 49 sayfayı içeren ve dönüşümlü olmayan yayın.” Kanada, Finlandiya ve Norveç yasaları bu 49 sayfayı kabul ediyor. Lübnan ve Güney Afrika bunun bir sayfa fazlasını. Danimarka 60 sayfa, Macaristan 64 sayfa, İrlanda, İtalya ve Monaco 100 sayfa olmasını istiyor! Bunun aksine Belçika 40, Çekoslovakya 32 ve İzlanda 17 sayfayla yetiniyor. Hindistan’a gelince, en küçük broşürleri de kitapların arasına katıyor! İngiltere ise uzun zaman parasal tanıma bağlı kaldı: fiyatı en az 6 peni olan tüm yayınlar [sayfa 20]

Elbette biz edebiyatın tanımını hiçbir niteliksel ölçüye göre yapmıyoruz. Bizim ölçümüz, temelsiz diyebileceğimiz bir tutuma dayanıyor. Bir gereç değil de, kendi başına bir amacı olan tüm yapıt, edebiyattır. İşlevsel olmayan diğer bir deyişle, yararcı olmayan ve kültürel bir gereksinimi duyuran bir okuma edebiyattır. [sayfa 23]

Edebiyat yaratıcısının edimi; deniz kazasına uğramış birisinin denize şişe atmasına benzetilir: Bu karşılaştırma, ancak deniz kazasına uğramış olanın mesaj gönderdiği kurtarıcısını temsil ettiği ve onunla dayanışma içinde olduğunu duyduğu ölçüde doğrudur, ama akıntının kendi mesajını hangi bilinmeyen kıyıya atacağını kendisi bilmez. [sayfa 28]

Bütün yazarların kendi ölümlerinden sonra on, yirmi ya da otuz yıllık bir unutulmasıyla randevuları vardır. Eğer bu amansız eşiği geçebilirlerse, edebiyat topluluğuyla bütünleşir ve nerdeyse sürekli yaşar kalmayı güvence altına alır. -hiç değilse onun doğduğunu gören uygarlığın ortak belleği canlı kaldığı sürece.- [sayfa 33]

Gerçekte insan yazar doğmaz, yazar olur ve bir insanın yirmi yaşında yazar olduğu pek seyrektir. Edebiyat varlığına geçiş karmaşık bir süreçtir ve kesin dönem kırk yaşlarında bir yerdedir, ama bu önemli ölçüde değişebilir: kesin bir yaştan çok, bir yaş bölgesini gözler önüne getirmek gerekir. [sayfa39]

Dünya kadar eski bir sorundur bu: Edebiyatın kendi adamını korumadığı nerdeyse bir atasözü olmuştur. Öte yandan, maddi nedenlerin edebiyat ürünü üzerine etkilerini yadsımak saçma olur. [sayfa 48]

Yazarı besleyen edebiyat, her zaman en kötü edebiyat değildir. Para gereksinimi Cervantes’i roman yazmaya, Don Kişot’a götürdü ve Walter Scottc’u şair-romancı yaptı. 19. yy’ın ilk yarısındaki İngiliz tiyatro edebiyatının yoksulluğuna gelince, yazar haklarının yokluğunu bunu az çok gerçeğe yakın bir şekilde açıklayabilir. [sayfa 48]

Bir yapıtın özerk ve özgür bir olay olarak bir yaratma olarak gerçekte var olması için kendi yaratıcısından ayrılması ve insanlar arasında kendi yazgısını izlemesi gerekir. [sayfa 60]

…ressam tablosunu sergilemekle artık ona dokunmayı kendine yasaklar, yapıtı üzerindeki sahipliğinden vazgeçer ve satışa çıkarmakla onun doğduğunu duyurmuş olur. [sayfa 60]

Yazarın kendisinin yaptığı en pitoresk yayımcılık belki de Japon gazetecilerin yaptığı Yomiuri’dir: yazdıktan sonra yazar, gazeteleri basıyor ve başlıca bölümleri yüksek sesle okuyarak caddelerde kendisi satıyordu. [sayfa 74]

Kitap hangi sınırlar içinde geçerlidir? Akla gelen ilk iki sınırdan birisi dil, öteki alfabesizliktir. Bir kitabın dilini anlamak ve onu duyacak yetenekte olmak, kitabın kullanımı için kaçınılmaz olan iki koşuldur. [sayfa 74]

Edebiyat eleştirisinin gerçek rolü, okuyucu için göz önüne serme görevi yapmasıdır. Eleştirmen okuyanların bulunduğu aynı toplumsal çevreye aittir ve aynı topluluğa sahiptir. Onda okuyucuyla aynı politik, dinsel, estetik görüşün bir çeşidi, kösnül isteğin bir çeşidi bulunur ama kültür ve yaşam stiliyle bir birlik kurar. [sayfa 84]

Dile getirilmiş yargılar bir yana, eleştirmenin kimi yapıtlardan söz etmesi ve kimilerinden söz etmemesi, zaten önemli bir seçimdir: iyi ya da kötü “sözü edilen bir kitap” gruba toplumsal bakımdan uyarlanmıştır. [sayfa 86]

Halkın yüzde 80’inin kültürel gıdasızlık çektiği bir ülkede en büyük yayımcıların kaydettiği yüksek başarısızlık oranı kapalı bir devre içinde yapılan dağıtımın yalnızca bir savurganlık ya da yalıtılma seçeneği sunduğunu gösteriyor. [sayfa 86]

Bir yazarın evrenselliğinin ya da sürekliliğinin yanılması şöyle açıklanır : “Evrensel” ya da “ölümsüz” yazarlar, kolektif yerleri uzam ve zaman içinde özelikle yaygın olan yazarlardır ve kendi “klan kardeşlerine” ya da çağdaşlarını daha uzakta ararlar. [sayfa 111]

Değeri bilinmemiş bir dehanın yanılsaması da şöyle açıklanır: kimi yazarlar zaman bakımından kendi toplumlarının “dışında” kalırlar. Değeri bilinmemiş olduklarını öğrenmek için fırsat çıkmadığı için, geç kalmış olma sorunu da pek seyrektir. [sayfa 111]

Okurların eğilimleriyle, yazarlarınki arasında bir rastlaşma, yakınlık yoktur, ama bir bağdaşma olabilir. Diğer bir deyişle, arzuladıklarını yapıtta bulabilirler, oysa yazar bunları bilerek yapıtına almamıştır, belki de hiçbir zaman düşünmemiştir bile. [sayfa 114]

Bir kitabın ne olduğunu bilmek, önce onun nasıl okunmuş olduğunu bilmektir. [sayfa 114]

Okuyucu bir tüketicidir ve tüm tüketiciler gibi o da bir yargı yürütmekten çok zevkin peşinden gider, bu zevk üstüne sonra ussal bir doğrulamaya varsa bile. [sayfa 115]

Gerçekte tüm okuma bir kaçamaktır. Ama bin türlü kaçış vardır ve önemli olan neden ve nereye doğru kaçtığını bilmektir. Politik olaylarla ilgili olarak, özellikle de bunalım dönemlerinde yapılan inceleme için okumalar, bu bakımdan açıklayıcıdır. [sayfa 121]

 Aktaran: Bilal Can

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir