Künye: Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, Çeviren: Esen Tarım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
***
“Bana bir bardak su getir” cümlesi, bir bardak suyun kullanılmak üzere getirilmesini amaçlarken, “Bir yudum su ver bana billur pınarlarından” cümlesinde pınarın gerçekten bir yudum su uzatacağı düşünülmez. Aynı şekilde, “Su, hidrojenden ve oksijenden oluşur” cümlesi “Su, hidrojen ve oksijenin tutkulu birlikteliğiyle vardır” biçiminde söylenmez. Bir bardak su isterken kastettiğimiz su bellidir; hidrojen ve oksijenden oluşan su da. Ama billur pınarların suyu zihnimizdeki bir imgeye yöneliktir; belli bir billur pınarın belirli bir yudum suyuna değil.” [sunuş yazısı: Jale Parla sayfa 10]
“Edebiyat eleştirisinde içerikçi ya da tarihsel yaklaşımlar, biçimci yaklaşımların biraz daha eskisine, on dokuzuncu yüzyılın sosyoloji kuramlarına dayanır. Bu türden yaklaşımların ortak özelliğini, edebiyatı çağının tanığı ya da belgeseli olarak görmek diye tanımlarsak, kimilerinin yaptığı edebiyat sosyolojisini daha eski bir yüzyıla, Giambattisa Vico’nun Yeni Bilim adlı kitabının yayımladığı 1725 yılına kadar götürebiliriz.” [sunuş yazısı: Jale Parla Sayfa 14]
“Edebiyat eleştirisini bilimsel bir temele oturtmak amaç ve çabasında en iddialı on dokuzuncu yüzyıl sosyoloğu Hippolyte Taine’dir. Taine’nin amacı sosyolojiyi ve toplumsal bir kurum saydığı edebiyatı soyutlamalardan kurtarmaktı. Erdem ve kötülüğü bile kimyasal bir bileşim gibi görmek istiyordu. “ [sunuş yazısı: Jale Parla: Sayfa 16]
“… en büyük yazarlar çağlarının nabzını en iyi tutmuş yazardır.” [sunuş yazısı: Jale Parla: sayfa 16)
“Edebiyat sosyolojisinin tarihi bir uzantısı gibi görünen Marksist Eleştiri, Marx ve Engels’in yazılarında doğrudan eleştiri kuramına ilişkin önermeler çok az olduğundan, tarihi maddecilik kuramını edebiyat incelemesine uygulayarak ilerledi. Gençliğinde yazarlığı deneyecek kadar edebiyata meraklı olan Karl Marx, bilincin yaşamı değil yaşamın bilinci belirlediğini söyleyerek edebiyat yapıtlarının nasıl bir bilincin sonucu olduğu sorusunu gündeme getiriyor ve edebiyat sosyolojisine yeni bir yön veriyordu.!” [sunuş yazısı, Jale Parla, sayfa 17]
“Terry Eagleton sanat ve ideoloji arasındaki dolaylı ilişkinin bugüne dek öne sürülmüş iki tür açıklamasını yetersiz bulur. Bunların birincisi edebiyat yapıtının estetik biçim kazanmış ideoloji olduğuna ilişkin görüştür. Bu görüşe göre, estetik biçim özelliklerinden sıyrıldıkları zaman -ki bunu yapmaya hiçbir eleştirmenin de hakkı yoktur- edebiyat yapıtları yanlış bilincin, yani temsil ettikleri ideolojinin tutsakları olarak ortaya çıkarlar. Bu görüş, her şey bir yana, birçok edebiyat yapıtının çağının ideolojisine karşı çıkışını açıklayamaz. İkinci görüş ise Ernst Fischer’e göre özgün sanat, her zaman ideolojik sınırları zorlayan, ideolojinin sakladığı gerçekleri açıklayabilen, yani çağına aykırı sanattır.” [sunuş yazısı, Jale Parla, sayfa 19]
Edebiyat diline özgü olan, onu diğer söylem biçimlerinden ayıran şey gündelik dili çeşitli yollarla deforme etmesiydi: Edebi aygıtların baskısıyla gündelik dil yoğunlaşıyor, vurgulanıyor, çarpıtılıyor, içi dışına çıkarılıyor ve baş aşağı çevriliyordu.” (sayfa 28)
“Edebiyat her zaman kullandığımız “gündelik” dilden farklı “özel” bir dildir. Ancak bir sapmayı belirlemek aynı zamanda, onun saptığı normu da belirlemeyi içerir.” (sayfa 29)
“…edebiyat Beowulf’tan Virgina Woolf’a kadar çeşitli yazı biçimlerinin sergilediği içsel bir nitelik veya nitelikler kümesi olmaktan çok, insanların kendilerini yazıya göre konumlama biçimleri olarak düşünülebilir.” (sayfa 33)
“Neyin edebiyat olduğu veya olmadığının belirlenmesinde değer yargıları büyük ölçüde etkilidir, yazının edebi olması için “güzel” olması gerekmez, güzel olarak değerlendirilen türden olması gerekir: Yapıt genel olarak değerli bulunan bir tarzın kötü örneği de olabilir.” (sayfa 34)
“Her şey edebiyat olabilir ve tartışmasız değiştirilemez bir biçimde edebiyat olarak kabul edilen bir şey –örneğin Shakespeare- edebiyat olmaktan çıkabilir.” (sayfa 35)
“Edebiyat” sözcüğü modern anlamıyla ancak 19. yy’da kullanılmaya başlanmıştır.Bu anlamda edebiyat tarihsel olarak yakın bir dönemde ortaya çıkmış bir olaydır” (sayfa 42)
“Edebiyat da din gibi öncelikle duygu ve yaşantıyla işler, dolayısıyla da dinden devraldığı ideolojik görev için şaşılacak derece uygundu. Aslında zamanımıza gelindiğinde edebiyat analitik düşünce ve kavramsal araştırmanın tam karşıtı ile özdeş hale getirildi.” (sayfa 50)
“Edebiyatın “yaşantısal” doğasının ideolojik olarak uygun olmasından başka bir anlam daha vardır. Çünkü “yaşantıda” en etkin biçimde kök saldığı ideolojinin anayurdu olmanın yanında, aynı zamanda edebi biçim içinde bir çeşit kişisel-doyumdur.” (sayfa 51)
“Edebiyatın akademik olarak kurumsallaşması İngiltere’deki emperyalizmin gelişme dönemine rastlar.” (sayfa 52)
“Edebiyat sadece kendi içinde değil, aynı zamanda modern “ticari” toplumda kendini savunma durumunda olan yaratıcı enerjileri taşıdığı için de önemliydi. Edebiyatta ve belki de sadece edebiyatta yaratıcı dil kullanım için canlı bir istek halen görülebiliyordu: bu da “ kitle toplumu”nda dilin ve geleneksel kültürün dar kafalılarca değersizleştirilmesine karşıydı. Toplumun kullandığı dilin niteliği onun bireylerinin ve toplumsal yaşantının niteliğinin en belirgin göstergesidir: Edebiyatı artık değerli bulmayan bir toplum, insan uygarlıklarının en yetkinini yaratan ve sürdüren itkiye tehlikeli bir biçimde kapalı bir toplum demekti. 18. yy İngilteresi’nin uygar tavırlarında veya 17. yy’ın “doğal” ,“organik”, tarım toplumunda, çağdaş endüstriyel toplumun onsuz can çekişip yok olabileceği yaşayan bir duyarlılık biçimi gözlemlenebiliyordu.” (sayfa 56)
Aktaran: Bilal Can