“Milliyetçi Yahudiler, Siyon Dağı’nın eteklerinde bir Musevi devleti kurmak istediklerinden beri Siyonizm ve Filistin Sorunu sadece Ortadoğu’nun değil, bütün dünyanın gündeminde. Theodor Herzl’in fikir babalığını yaptığı 19. yüzyılın sonlarından bu yana Avrupa ve pek tabi Osmanlı’nın politikasını etkilediği ‘siyasi Siyonizm’, bugünlerin reel politiğine uzanıyor. Çünkü ABD Başkanı Donald Trump’ın Balfour Deklarasyonu’nun 100. yılında Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, bütün dünyayı ayağa kaldırdı. Peki, nasıl oluyor da üç dinin kutsal kabul ettiği bir şehir, bütün kıtaları harekete geçirmeyi başarıyor?
Prof. Dr. Mim Kemâl Öke’nin kaleme aldığı ve mazisi doktora yıllarına dayanan Siyonizm ve Filistin Sorunu (1800-1923) adlı eser, meselenin tarihsel kökenlerini inceliyor. Gelişmeleri, son derece objektif, soğukkanlı ve ‘olması gerektiği gibi’ aktarıyor. Günümüzde sıklıkla karşımıza çıkan Abdülhamid Han, İttihatçılar ve Mustafa Kemal ile ilgili de çarpıcı tespitlerde bulunuyor.’’
***
Künye: Siyonizm ve Filistin Sorunu, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Timaş Yayınları, 2018
* Siyonistlerin Filistin’de koloniler kurmalarının İsrail Devleti’nin temelini atmak yolunda bir başlangıç olduğunu söyleyen II. Abdülhamid: “Onlar da bugün hükümet teşkil edecek değiller ya! Bu bir mukaddimedir… Şimdiden işe başlayıp birçok sene sonra maksatlarına muvaffak olabilirler. Ben zannederim ki olacaklardır da.” demişti.
* Evet, Musevilerin Batı’da baskı altında tutulduğu bir gerçekti ama onlar Türk sultanının hâkimiyeti altında müreffeh ve barış içinde bir hayat yaşamaktaydılar.
* Ortadoğu tarihinde fevkalâde önemli bir kilometre taşı olan Balfour Deklarasyonu ne manaya gelmektedir? Aslen Musevi olan ünlü yazar Arthur Koestler, “Bu belgeyle bir milletin (İngiliz) başka bir millete (Yahudiler) üçüncünün (Araplar) ülkesini vaat ettiğini” kaydedecektir. Koestler’in benzetmesini daha ileriye götüren Tibawi de Balfour Deklarasyonu’nu, özetle “bir gücün (İngiltere) hükümranlığı hukuken başka bir devlete (Osmanlı) ait olan bir toprağı, bir milletten (Filistinli Araplardan) alıp bir başka millete (Yahudilere) devretmeyi kabullenmesi” şeklinde değerlendirmektedir. İsrailli araştırmacı Friedman’a göre ise bildiri, “İngiltere’nin siyonistlerle akdettiği bir kontrattır; yakın tarihte eşi bulunmadık vesikalardan biridir. Siyonistler bildiriyi devletlerarası hukuk kuralları çerçevesinde “bağlayıcı” niteliği ile kabullenmeye hazırdırlar. Onlara göre Balfour Deklarasyonu, “İsrail’in tapusu” olacaktır.”
* Haklının yanında olmak kromozom sayısına değil, kalbin çapına bağlıdır!
* 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle sonuçlanan 1908 Devrimi, “Filistin Emperyalizmi peşinde koşan Siyonizm’in mahsulü idi.” Siyonistler için bundan sonrası kolaydı artık. Zira mason locaları kanalıyla İttihat ve Terakki üzerinde büyük bir nüfuza sahiptiler. Onlarla istedikleri gibi anlaşabilir, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu tecrübesiz yöneticilerini Filistin’de emellerine ulaşabilmek için rahatlıkla kullanabilirler.
* Herzl 18 Temmuz 1896’da Baron Rothshild’i Paris’teki malikânesinde ziyaret ederek ondan Osmanlı padişahından Filistin’i satın alabilmek için gerekli maddi fonun önemli bir kısmını karşılamasını rica etmişti. Rothshild, Herzl‘in isteğini geri çevirir. İşte, pek çok tarihçi bu olaya dayanarak Rothschild’lerin Siyonizm aleyhtarı olduklarını savunurlar. Hâlbuki Edmond de Rothschild eğer Herzl’in kendisi için tayin ettiği rolü üzerine alsaydı, dünyanın ve bilhassa antisemit çevrelerin gözünde Musevi banker klişesine uygun hareket etmiş olacaktı. İşte o zaman antisemitler Rothschild’lerin başta olduğu Musevi bankerlerin Filistin’den başlayarak dünyaya yayılacak bir imparatorluk kurma yolunda olduklarını iddia edeceklerdi. Bu şartlar altında Rothschild, Herzl’e yardım elini uzatmaktan çekinmiştir.
* “Yahudiler”, demişti Lagarde, “Mikrop taşıyıcılarıdır, milli kültürleri kirletirler. Onlar ev sahiplerinin beşeri ve maddi kaynaklarını kuruturlar, inançlarını yıkarlar, liberalizm ve materyalizmi yayarlar.”
* Elde ettikleri bütün bu imkânlara rağmen Almanlar, Mezopotamya’daki varlıklarını perçinleyecek ve bu bölgeyi bir Alman nüfuz sahası haline getirecek Alman göçmenlerden mahrumdu. Yabancı bir ülkedeki sermaye yatırımlarını güvence altına almanın en emin yolu, planlı bir kolanizasyon projesi geliştirmekti. Almanlar, Türklerin yabancı müdahalesine neden olduğu için himaye sisteminden ne kadar ürktüklerini biliyorlardı.
* Dünyada Musevilerin yaşadıkları her ülkede bu cemaatin çeşitli yayın organları vardır ve her sene bu gazeteler Türkiye’deki dindaşlarından bahsederken şu cümleyi yazarlar: “La Turquie paya classique de la tolérance” yani tesamüh ve iyiliğin klasik bir memleketi olan Türkiye.
* Goltz Paşa bile yurttaşlarına “Eğer Türklerle iyi geçinmek istiyorsanız sakın Ortadoğu’ya göçü teşvik etmeyin.” demişti.
* Alman tüccarlarının Osmanlı pazarlarının büyük bir kısmına hâkim olmalarına rağmen, Mezopotamya ticaretini elinde tutanlar, İngilizlerdi. Bir Kızılderili atasözü der ki; Eğer bir nehirde iki balık kavga ediyorsa, bilin ki oradan az önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.
* Achan Ha’am, 1891 yılında kaleme aldığı “İsrail’den Gerçekler” adlı makalesinde şunları yazmıştı: “Yahudiler sürgünde iken köleydiler, şimdi ise kendilerini sonsuz bir özgürlük içinde buldular. Bu büyük değişiklik onların bir kölenin kral olması örneğinde de görüleceği gibi baskı ve zorbalığa meyletmelerine neden oldu. Araplara büyük bir gaddarlık ve düşmanlıkla davranıyor, haksızlıkla topraklarına tecavüz ediyor, onları hiçbir neden olmaksızın hem de hayâsızca dövüyorlar. Hiç kimse de çıkıp bu tehlikeli ve rezil gidişe son vermelerini söylemiyor.”
* Böylece II. Meşrutiyet parlamentosu, ilk deneyimde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan değişik etnik unsurların milli amaç ve heveslerini haykırdığı bir zemin oldu.
* Tarihçilerin “Arap Uyanışı” adını verdikleri hadise, Beyrut Gizli Cemiyeti’nin Osmanlılar aleyhine giriştiği propaganda kapsamlarıyla başladı. Arap milliyetçilik hareketinin 19. yy’daki ilk belirtisi olarak nitelendirilen Arap Cemiyetinin temelleri 2. Abdülhamid’in tahta çıkmadan bir yıl önce Beyrut’ta atıldı. Kurucularının Suriye Protestan Kolejinin mezunları olduğu bu derneğin amacı, Arap ülkesindeki Osmanlı egemenliğine son verip yerine bağımsız Arap Devletini kurmaktı.
* Miralay Sadik, İttihat ve Terakki’nin yıllık kongresine “Siyonistlik ve Farmasonluk” adlı bir layiha gönderecek ve bu yazısında, “Yahudi ırkı nifak, tefrika ve hodkâmlık tohumları saçarak Yahudi olmayanları zaafa düşürmek hususunda tarihin tanıdığı bir ırktır.” diyecekti.
* Farmasonluk maskesi altında gizlenen Siyonistler memleketin buhranlarından istifade edebilirler, onlar bizim düşmanımızdır. İttihat ve Terakki ise nedense onlara prim vermekte ve adeta onların oyuncağı (baziçesi) olmaktadır. Kanun-i Esasi’nin bütün Osmanlılarla beraber Musevilere de temin ettiği hukuka kanaat etmeyerek, budalaca tarih tekerrürden ibarettir diye bir zamanlar malik oldukları İstiklal-i siyasiyelerini yerinde elde etmek üzere bir hükümet-i İsrailiye teşkiline çalışan bu ahmaklara, şimdiye kadar håb, gaflet ve bihuşiye dalmış zannolunan halkımız bu sefer olsun bidâr olduklarını isbat ile bu hainlere ve maksatlarının husulü için çevirdikleri binlerce entrikalara meydan vermemelidir.
* Yüzyıllar boyunca Museviler Avrupa’da eziyet görürken Osmanlı Devleti’nde büyük bir hoşgörüyle karşılanmışlardı. Nasıl XV ve XVI. yüzyıllarda Museviler İspanya’dan kaçıp “memalik-i şahane”ye sığınmışlarsa şimdi de Rusya ve diğer ülkelerde mezalime uğrayan Yahudiler yine Türklerin âlicenaplığına başvurmaktaydılar.
* Siyonistlerin şefi olan Herzl, fikirleriyle beni ikna edemez. Siyonistler Filistin’de yalnız ziraat yapmak değil, hükümet kurmak, siyasi temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzu ediyorlardı. Bu haris tasavvurlarının manasını gayet iyi anlıyorum. Lakin Siyonistler bu teşebbüslerini kabul edeceğimi zannetmekle saflık ediyorlar. İmparatorluğumuz dâhilinde, halkımızın fertleri olarak ve Babıâli’nin dirayetli hizmetkârları olarak Yahudilere ne kadar kıymet veriyorsam Filistinlilere dair kurdukları tasavvurlara da o kadar düşmanım.
* Hess, bir Yahudi devletinin kurulmasıyla Avrupa’nın “Hasta Adamı” olan Osmanlı’nın da dirileceğini umuyordu. Şark Meselesinin barışçı çözümünü Avrupa’nın da onaylayacağını sanıyordu. Yeter ki Rothschild’ler gibi birkaç Musevi milyoner birleşip bu tasavvurun mali cephesini karşılayabilesinlerdi. Osmanlılara gelince onların da itiraz etmeyeceğine dair inancı tamdı. Babıâli’ye seslenen Hess, “Bize ülkemizi geri verin, bizim paramızla da çürüyen imparatorluğunuzun diğer yörelerini onarın.” diyordu.
* Herzl’in Baron de Rothschild ile 18 Temmuz 1896 tarihinde olan görüşmesi sonuçsuz kaldı. Paris’ten ayrılırken Herzl’in Rothschildler hakkındaki yargısı kesindir: Bu aile bizim (Musevilerin) en büyük talihsizliğimizdir.
* Yahudilerin ilk kutsal tapınaklarının MÖ 587’de Babilliler tarafından yıkılıp, Yahudilerin Babil’e sürgün edilmesinden sonra Siyon’a özel bir anlam yüklenmiştir. Siyon, yurtlarından kovularak Babil’e sürgün edilen Yahudi halkının Filistin’e dönme arzu ve özlemi anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Herzl’e kadar Siyonizm duygusal, kültürel ve milli bir hareketi ifade ederken Herzl ile birlikte bu hareket toprağa, yani devlete dayalı Siyasal Siyonizm’e dönüşmüştür. Siyasal Siyonizm ise Yahudilerin de bir devlet kurma hakkına sahip oldukları fikridir.
* II. Abdülhamid ve yönetiminin tüm çabalarına karşın, eğer Siyonistler Filistin’de İsrail Devleti’nin tohumlarını atabilmişlerse, bunun sorumluluğu tek başına kutsal topraklardaki Osmanlı yöneticilerinin omuzlarına yüklenemez.
Edebifikir