Künye: Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh Yayınları, 41. Baskı, Aralık 2017, İstanbul.
***
Yaşanmış hayat unutulmuyor, ne de büsbütün kayboluyor, ne yapıp yapıp bugünün veyahut dünün terkibine giriyor. (syf. 22)
Ankara Kalesi bu akşam saatinde bana bir milletin, tarihinin ne kadar uzun olursa olsun, birkaç ana vak’anın etrafında dönüp dolaştığı, birkaç büyük ve mübarek rüyaya, yırtıcı hamlenin ta kendisi olan bir imanın devamına bağlı olduğunu bir kere daha öğretti. (syf. 26)
Ölümün zaferinin yanı başında, imkânsız bir kışın kasıp kavurduğu bir bahçede, buzların kilidi çözülür çözülmez başlayan o acayip baharlar gibi, yavaş yavaş hayatın türküsü yükseliyordu. (syf. 31)
İnsan kaderinin büyük taraflarından biri de, bugün attığı adımın kendisini nereye götüreceğini bilmemesidir. Bakî’nin Fatih Camii’nde fakir bir müezzin olan babası, oğlunun Türkçe’yi kendi adına fethedeceğini, sözün ebedî saltanatını kuracağını; Nedim’in anası Türkçe’nin ikliminde oğlunun bir bahar rüzgârı gibi güleceğini, onun geçtiği yerlerde bülbül şakımasının kesilmeyeceğini, ağzından çıkan her sözün ebedîliğin bir köşesinde bir erguvan gibi kanacağını biliyorlar mıydı? (syf. 51 )
Bu üçüncü gidişimde Erzurum’u bir öncekine nispetle daha çok toparlanmış, gelişmiş buldum. Yaralar dinmişti. Araya zaman dediğimiz büyük yapıcı girmişti. (syf. 58 )
İnsanlar çalışırken ne kadar mesut oluyorlar! Yaratmanın hızı, onları içlerinde kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi ne kadar güzel, ne temiz bir âhenkle işliyor. (syf. 60 )
Dört yanımı alan büyük insan kalabalığına rağmen derin bir gurbetle mumyalaşmış, küçük, çok küçük bir şey oluyorum. Bir yığın sezişler arasında, geniş, karanlık bir suda imişim gibi, bu su ile beraber akıyorum. (syf. 62 )
Daha uzakta, Anadolu’nun şiir, gurbet kaynağı olan, halkımızın duyuşundaki o keskin hüznün belki de sırrını veren dağlar vardı. (syf. 63 )
Konya tıpkı Mevlevîlik gibi bir nevi initiation (Başlama) ister. (syf. 66 )
“Baş köşe neresidir?” diye sormuşlar, Mevlânâ da “Aşk adamı için baş köşe sevgilisinin kucağıdır” diyerek bulunduğu yerden kalkmış ve Şems’in girer girmez çömeldiği kapı dibine geçip yanına oturmuş. (syf. 81 )
Belli ki Evliya Çelebi bu şehri sadece görmekle kalmamış, onun hakiki benliğini kavramıştır; zaten Bursa için yazdıklarında yer yer bir aşk neşidesinin coşkunluğu hissedilir. (syf. 92 )
Evliya Çelebi, Bursa çeşmelerinden uzun uzadıya bahsettikten sonra “Velhasıl Bursa sudan ibarettir.” diyerek bitirir. (syf. 100 )
Cetlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. (syf. 110 )
Eski İstanbul bir terkipti. Bu terkip küçük büyük, mânalı mânasız, eski yeni, yerli yabancı, güzel çirkin -hattâ bugün için bayağı- bir yığın unsurun birbiriyle kaynaşmasından doğmuştu. Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve imparatorluk müessesi, bu iki mihveri de kendi zaruretlerinin çarkında döndüren bir iktisadî şartlar bütünü vardı. (syf. 125 )
İstanbul, Yahya Kemal’in: “Baktım, konuşurken daha bir güzeldin” mısraıyle övdüğü güzele benzer. Doğrusu da budur. İstanbul, ya hiç sevilmez yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her hâline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak. (syf.134 )
Evet, günler gelip geçtiler. Fakat zamana sevgi ve inançlarının izini geçirenler hâlâ aramızdalar; adları ve hayatları bize manevî ufuk oluyor. (syf. 151 )
Güzelin en büyük hususiyeti her an yeni gibi görünmesinde, her an bizi kendisine ve kendisinde uyanmaya zorlamasındadır. (syf. 176 )
Ben seraptan seraba koşuyorum. Her başına koştuğum pınarda muammalı çehreler bana uzanıyor; bilmediğim, seslerini tanımadığım dudaklar benimle bitmez tükenmez işaretlerle konuşuyorlar, fakat hiçbirinin dediğini anlamıyorum; ruhum dudaklarından ayrılır ayrılmaz hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum. (syf. 206 )
En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız, hepimiz Hamlet’ten daha keskin bir “olmak veya olmamak” davâsı içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir. (syf. 206 )
En iyisi, bırakalım hâtıralar içimizde konuşacakları saati kendiliklerinden seçsinler. Ancak bu cins uyanış anlarında geçmiş zamanın sesi bir keşif, bir ders, hülâsa günümüze eklenen bir şey olur. Bizim yapacağımız yeni, müstahsil ve canlı bugünün rüzgârına kendimizi teslim etmektir. O bizi güzelle iyinin, şuurla hulyanın el ele vereceği çalışkan ve mesut bir dünyaya götürecektir. (syf. 207 )