Künye: Duyulmayan Anlam Çığlığı, Victor Emil Frankl, Öteki Yayınevi, Çev: Selçuk Budak, 1996 İstanbul.
***
Bir Amerikan üniversitesinde intihar girişiminde bulunan 60 öğrenci üzerinde anket yapılmış ve bu öğrencilerin yüzde 85’i, intihar girişimlerine gerekçe olarak “yaşamın anlamsız gözükmesini” göstermiştir. Daha da önemlisi, yaşamı anlamsız gören bu öğrencilerin yüzde 93’ünün “aktif bir sosyal yaşamları vardır, akademik performansları yüksektir ve aileleriyle ilişkileri iyidir.” Burada söz konusu olan duyulmayan bir anlam çığlığıdır ve sadece bir üniversiteyle sınırlı değildir. Bu, bolluk içinde yüzen toplumlarda ve zengin eyaletlerde olan bir şeydir. Uzun süredir, artık uyanmaya başladığımız bir rüya görüyorduk: İnsanların sosyoekonomik durumunu iyileştirmemiz halinde her şeyin yoluna gireceği, insanların mutlu olacağı rüyasıydı. Karşımıza çıkan gerçek ise şudur: Yaşama savaşı şiddetini kaybedince “ne için yaşam?” sorusu gündeme gelmiştir. Bugün insan iyi yaşam için gerekli araçlara sahip, ama yaşamak için bir anlamı yok. (…) Bugün sık sık “orta yaş krizi” denen şey temelde bir anlam krizinden ibarettir. (s.15)
Zor, hatta ürkütücü koşullar altında mutlu olan insanlar görürüz. Cleve W. adlı bir tutuklunun mektubunda bana yazdıkları: “Hapishanede daha önce hiç sahip olmadığım, gelişmek için güzel fırsatlar var. Burada daha önce hiç olmadığım kadar mutluyum.” Dikkat edin: Her zamankinden daha mutlu. Hem de hapishanede! (…) Çünkü anlamın iyileştirici bir gücü vardır. (s.16)
Hastalığın doğadan, ama iyileşmenin ruh dünyasından geldiğini söyleyen büyük doktor Paracelsus haklıydı. (s.16)
Genç nüfus, eski kuşaklardan daha büyük bir varoluşsal boşluk (vakum) içindedir. Geleneklerin etkisini kaybetmesi gençler üzerinde daha belirgin olduğu için, bulgular, geleneklerin çöküşünün varoluşsal boşluğa neden olan temel bir etken olduğunu düşündürür. (s.20)
Sigmund Freud, Prenses Bonaparte’e yazdığı mektubunda şöyle demiştir: “Kişi, yaşamın anlamını veya değerini sorguladığı an, hastadır.” Ama ben, yaşamın anlamını merak eden bir insanın, ruh hastalığını dışavurmaktan çok, insanlığını kanıtladığına inanıyorum. Yaşamda anlam arayışına yönelmek için nevrotik olması gerekmez. Anlam arayışı insan olmanın ayırdedici bir özelliğidir. (…) İnsan sürekli bir anlam arayışı içindedir. (s.23)
Havacılıkta “yengeçleme” diye bir terim vardır. Diyelim ki inmek istediğim havaalanına doğudan ve kuzeyden rüzgâr esiyor. Bu durumda eğer doğuya doğru uçarsam hedefimden saparım, çünkü rüzgâr beni güney doğuya sürükler. Havaalanına ulaşmak için yengeçleyerek bu sürüklenmeyi dengelemem, yani uçağımın burnunu inmek istediğim havaalanının kuzeyine çevirmem gerekir. İnsanda da böyledir: Özlemlerini daha yüksek bir düzeyde çıkarmadığı sürece, ulaşabileceğinden daha aşağıda bir noktaya varır. (s.24)
Hasta olan bir insanın sağlıklı olmayı arzuladığı, bu nedenle sağlığın yaşamdaki en büyük hedef gibi gözüktüğü açık bir gerçektir. Ama aslında sağlık, bir amaca yönelik bir araçtan, belli bir durumda gerçek anlam olarak değerlendirilebilecek şeye ulaşmaya yönelik bir önkoşul olmaktan başka bir şey değildir. Bu durumda ilk önce aracın arkasındaki amacı sorgulamak zorunludur. (s.27)
Anlam ve amaç yokluğu, duygusal uyumsuzluğun bir göstergesidir. Albert Einstein’dan bir alıntı yapmak gerekirse: “Yaşamını anlamsız gören kişi hem mutsuzdur, hem de yaşama uygun değildir.” (s.28)
Mutluluğa engel olan şey, “mutluluk arayışı”nın kendisidir. (s.29)
Anlamlar, benzersiz olmaları nedeniyle her an değişir. Yaşam hiç bir zaman anlamdan yoksun değildir. Kuşkusuz, bu sadece iş ve sevginin ötesinde bile bulunabilecek potansiyel bir anlam olduğunu kavrarsak anlaşılabilir. Bir iş yaparak, bir şey yaşayarak veya birisiyle karşılaşarak anlam bulmaya alışkın olduğumuz açık. Ama umutsuz bir durumun çaresiz kurbanı olduğumuz, değiştirilemeyecek bir kaderle yüz yüze geldiğimiz zaman bile yaşamda bir anlam bulabileceğimizi asla unutmamamız gerekir. Çünkü bu durumda önemli olan, bir trajediyi kişisel bir zafere, bir zor durumu insan başarısına dönüştürmek olarak tanımlanabilecek eşsiz insan potansiyeline tanıklık etmektir. Bir durumu artık değiştiremediğimiz zaman -habis bir kanser gibi iyileştirilemeyen bir hastalığı düşünün- kendimizi değiştirmek zorunda kalırız. (s.33)
Kuşkusuz, logoterapist hastaya anlamın ne olduğunu söyleyemez, ama en azından yaşamda bir anlam olduğunu, herkesin bir anlam bulabileceğini, yaşamın her koşulda anlamını koruduğunu gösterebilir. Yaşam, kelimenin tam anlamıyla son ana kadar, kişinin son nefesine kadar anlam yüklüdür. (s.34)
Her bilim gerçekliğin ancak bir boyutunu izah edebilir. (s.37)
Bilimle tanımlanan dünyada anlam eksiktir. Ama bu, dünyanın anlamdan yoksun olduğu anlamına değil, bilimlerin çoğunun bu anlama karşı kör olduğu anlamına gelir. Anlam, birçok bilim tarafından köreltilir. (s.51)
Anlam ne kadar kapsamlıysa, o kadar az anlaşılabilir. Sonsuz anlam, zorunluluk gereği sonlu bir yaratığın kavrayışının ötesindedir. Bu nokta, ‘bilimin vazgeçtiği, bilgeliğin devreye girdiği noktadır. Blaise Pascal bir keresinde şöyle diyor: “Kalbin, mantığın bilmediği sebepleri var.” Burada kalbin bilgeliği söz konusudur. Buna ontolojik kendini anlama da denebilir. (s.52)
Bilimcilerimizin bilgiden fazlasına ihtiyacı var: bilgeliğe de sahip olmaları gerek. Bense bilgeliği bilgi artı bilginin sınırlarının bilincinde olmak olarak tanımlıyorum. (s.55)
Nedenlerle sebepler aynı şey değildir. Kendinizi mutsuz hissettiğiniz zaman kafayı çekerseniz, alkol mutsuzluğunuzun ortadan kalkmasına “neden olur,” ama mutsuzluğun sebebi olduğu gibi kalır. Aynı şey, kişinin kaderini veya yasını değiştiremeyecek olan yatıştırıcı için de geçerlidir. Peki ya kişinin kendi tutumunu değiştirmesi, zor bir durumu insan düzleminde bir başarıya dönüştürmesi? İnsanı dünyadan (sadece insan davranışlarının sebebi olduğu, acının bile bir anlam taşıdığı bir dünyadan) koparan bir psikolojide böyle bir şeye elbette yer yoktur. İnsanı, varoluşunu yüceltmek için bir anlam arayan bir varlıktan çok, dinamik güçlerin etkileştiği kapalı bir sistem olarak gören bir psikoloji, insanı, bir trajediyi zafere dönüştürme yetisinden elbette yoksun bırakacaktır. (s.61)
Mutluluğun kendiliğinden olması gerekir, kendiliğinden olmasına izin vermemiz gerekir. Tersine, mutluluğu ne kadar çok amaçlarsak, o kadar çok kaçırırız. (s.67)
İnsan varoluşunun kendini aşkınlığı sayesinde, anlam arayan bir varlıktır. Bir anlam isteminin (iradesinin) kontrolü altındadır. Ama bugün anlam istemi engellenmektedir. Giderek daha çok hasta anlamsızlık ve boşluk duygularından, bir boşunalık ve anlamsızlık duygusundan ötürü psikyatristlere başvurmaktadır. Bu hastalar, günümüzün kitle nevrozunun kurbanlarıdır. (s.79)
Çağdaş edebiyat, kendini anlatmayla (dışavurmayla) sınırlı kaldığı ve bununla yetindiği sürece, yazarının boşunalık ve anlamsızlık (absürdlük) duygusunu yansıtır. Daha da önemlisi, anlamsızlık yaratır. Çünkü anlam yoktan yaratılamaz, keşfedilmesi gerekir. Anlam yaratılamaz, ama anlamsızlık (saçmalık) yaratılabilir. Bu durumda anlamsızlık duygusuna yakalanan yazar elbette boşluğunu anlamsızlıkla ve saçmalıkla doldurmaya çalışacaktır. (…) Yaşamın görünürdeki anlamsızlığından ötürü umutsuzluk cehennemini yaşamış olan yazarlar, çektikleri acıları, insanlık mihrabına bir kurban olarak sunabilirler. Kendilerini okura açmaları, aynı durumdan muzdarip okurun sorununu yenmesine yardımcı olabilir. (s.80)
“Bir yaşam tamamen anlamsız ve boşa harcanmış olsa, bu duruma yönelik tavrımızla son anda bile anlam kazanabilir.” Leo Tolstoy’un Ivan Uych’in Ölümü adlı romanı, altmış yaşlarında olan ve birden bire, birkaç gün içinde öleceğini öğrenen bir adamın hikâyesidir. Ama hem ölüme göğüs gerişiyle, hem de yaşamını boşa harcadığı ve yaşamının özünde anlamsız olduğu gerçeğiyle karşı karşıya gelişiyle kazandığı içgözlem sayesinde kendi ötesine yükselmiş ve böylece sonunda geriye dönük de olsa yaşamını sonsuz anlamla doldurabilmiştir. (…) Özgürlük, sorumlulukla dengelenmediği sürece keyfiliğe dönüşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. (s.81)
… çünkü kişi başkalarıyla rekabet edip onları yenmeye ne kadar çok çalışırsa, kendi potansiyelini gerçekleştirmeyi o kadar az becerecektir. Tersine, başarıya ve başkaları karşısında kazanacağı zafere fazla aldırış etmeden sadece en iyisini yapmaya ne kadar çok çaba gösterirse, bu çabaları da o kadar kısa sürede ve kolayca başarıyla taçlanacaktır. Doğrudan niyete gelmeyen şeyler vardır; bu şeyler ancak başka bir şeye niyetlenmenin yan ürünleri olarak elde edilebilir. Bunlar doğrudan hedeflendiği zaman, hedef şaşar. Elinizden geleni yaptığınız zaman kazanma şansınız artacaktır; tersine, kazanmaya çalıştığınız zaman kaybetmeye yatkın olacaksınız. Bu durumda rahat olmak yerine gergin olacaksınız. (s.86)
Sporda, en iyi sonucu elde etmeye yönelik optimal güdülenim (motivasyon), kişinin başkalarıyla değil kendisiyle rekabet etmesini gerektirir. (s.87)
Sporcu, başarıyı aşırı niyet konusu yaptığı anda performansı düşecektir. Sporcu aşırı niyet geliştirdiği taktirde, kendi hızından önce rakibininkini düşünebilir. Yüzücü, ne durumda olduğunu anlamak için rakibine bakacaktır. Bu sorunu yaşayan bir öğrenciye koçluk yaptığım zaman, kendisi için yüzmesinin önemini vurgularım. Ayrıca bir tür paradoksik niyet tekniği de kullandım. Aşırı niyetin başka bir olumsuz sonucu daha vardır. Yüzme yarışmalarından önce aşırı sinirli ve kaygılı olan sporcular tanıdım. Onlara düşünce odağını dağıtma tekniği kullanıyorum. Sporcudan, yarışı kazanma düşüncesinden uzaklaşmasını ve kendisi için yüzmeye odaklanmasını istiyorum. En büyük rakip olarak kendisini görmeye çalışan sporcu, çok iyi yüzüyor. (s.88)
Yaşamın geçiciliği karşısında geleceğin henüz varolmadığını; geçmişin ise artık varolmadığını; gerçekten varolan tek şeyin bugün olduğunu söyleyebiliriz. (s.90)
Dinginciliğe göre zaman hayalidir; geçmiş, bugün ve gelecek, bilincimizin yanılsamalanndan başka bir şey değildir. Her şey aynı anda varolur. Olaylar, bir zaman sırasına bağlı olarak birbirini izlemez; zamansal sıralama gibi görünen şey, bilincimizin, “bir olaydan diğerine,” yani birbirini izlemeyen, gerçekte birlikte varolan değişmez gerçekliğin bir yanından diğerine kayan bilincimizin neden olduğu bir öz-aldanıştır. (s.91)
Kötümser kişi, her gün bir yaprak kopardığı duvar takviminin her geçen günle daha da inceldiğini korku ve hüzünle gözleyen bir adama benzer. Öte yandan yaşamın sorunlarıyla aktif bir mücadele içinde olan kişi, takviminden her gün bir yaprak koparan, ama yaprakların arkasına günlük notlar alarak öncekileriyle birlikte dosyalayan bir adama benzer. Böylece bu notlardaki zenginliği, dolu dolu yaşanmış olan bir yaşamı gurur ve sevinçle düşünebilir. Yaşlandığını farketmesi neyi değiştirir? (s.92)
Dünya, Karl Jasper’in söylediği gibi, çözmek zorunda olduğumuz bir şifreyle yazılan bir kitap değildir: dünya yazmak zorunda olduğumuz bir defterdir. (s.97)
Gündelik yaşamda insan ölümün anlamını yanlış anlar. Sabahleyin saatin zili bizi rüyalarımızdan uyandırdığı zaman, bu uyanışı, rüyalarımızın dünyasına giren korkunç bir şey gibi algılarız. Ve yine rüyalarımızın pençesindeyken, çoğunlukla zilin bizi gerçek varoluşumuza, gerçek dünyadaki varoluşumuza uyandırdığını farketmeyiz (ya da en azından anında farketmeyiz). Peki biz ölümlüler ölüme yaklaşırken de benzer bir tepki göstermez miyiz? Ölümün de bizi benliğimizin (özümüzün) asıl gerçekliğine uyandırdığını unutmaz mıyız? Sevgi dolu, yumuşak bir el bizi okşayarak bile uyandırsa, elin yumuşaklığını farketmeyiz. Sadece, rüyalarımızın dünyasına zorla giren, rüyalarımızı bitirmeye çalışan bir şey algılarız. Aynı şekilde ölüm de çoğunlukla ürkütücü gözükür ve ne kadar iyi bir amacı olduğunu pek düşünmeyiz… (s.100)
6 Yorum