Künye: Dünyaya Saldıran Şair, Hakan Arslanbenzer, Ketebe Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 2022, İstanbul.
***
* Has sanat izleyicisi de sanat eserini herhangi bir şey gibi kabul edemez. Dylan Thomas’ın deyişiyle, “İyi bir şiir evrenin şeklini değiştirip onu daha dikkat çekici kılmaya yardım eder.” Zira her iyi şiir ve tabii ki her iyi sanat eseri, dünyanın bütün anlamına yapılan bir katkıdır. (Sayfa 11)
* Şair dünyaya saldırıyor; ama bu saldırıdan insanlar zarar görmüyor, diğer canlılar ve göze görünmezler de görmüyor. Şair dünyaya saldırıyor; çünkü önce dünya saldırmıştı. Bu saldırıdan zarar görmeyense yok gibidir. Şair dünyaya saldırarak bir intikam hareketi yürütmektedir. Kelimelerle gidiyor dünyanın üstüne, onun alışıldık yapısını bozup gedikler açıyor ve böylece kelimelerden haberli bütün varlıklar için yeni nefes alma imkânları kazandırmış oluyor. (Sayfa 13)
* Bana göre, şiir hakkında yazı yazmak bir savunma değil bir fetih olmalıdır. Fethedilecek olanın gönül değil zihin olduğunu hemen söyleyeyim. Gönülle zihin arasında önemli farklar mevcut. Zihin dünyada olduğumuzu, gönül dünyadan olmadığımızı anlatır. Kimse dünyadan değildir ve herkes dünyadadır. Dünya daima dünyadan olmayan bir ilkeyle tazelenir. (Sayfa 22)
* Zihni durdurmak için yapılacak her şey yine zihin hareketleri olacağı için, dilin, yanlışı düzeltmek üzere yapılan bir yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Böyle söyleyince de şiirin, insanın en tedbirsiz zamanlarında ortaya çıktığını düşünmek uygun düşer. Bu, şiirin henüz imge olarak var olması demektir. Tümüyle yanlış ve tümüyle hakikat: Şiirin insanı düşünmekten koruduğu iki uçurum. Yine de şiir insanı kurtarmaz, yalnızca sağlar. Yani kimi zaman diriltir, kimi zaman da diri tutar; alıp belli bir yere getirir ve getirdiği yerde onu onaylar. Bu yüzden insanın dile ve özellikle şiire olan ihtiyacı, mesela besinlere, cinselliğe, maddi anlamda güvenliğe olan ihtiyacından daha esaslı ve temellidir. (Sayfa 24)
* Bir şiiri bütünüyle anlamaya yaklaştığınızda o şiiri bütünüyle kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelmişiz demektir. Anlamak, burada bir estetikçiden ziyade bir felsefecinin tercih edeceği anlamda kullanılmıştır. Anlam, bir şeyden anlaşılanların hem bütününü hem de bunların ortak ilkesini ifade eder. Bu sebeple anlam isim gibi durağan veya sıfat gibi arızi değil, fiil gibi dinamik ve ettirici olmasa bile oldurucu bir şeydir. Esasen bir “şey” değildir; ama “şey”in Türkçede sıklıkla anlamı öteleyici bir şekilde kullanıldığı hesaba katılırsa, “şey”in kendisi olduğu da söylenebilir. (Sayfa 33)
* Nesir nasıl kendini sınırlayarak doğruluk katına yükseliyorsa, şiir de kendisi dışındaki her şeyi sınırlayarak öylece cazibe merkezi haline gelir. (Sayfa 35)
* (…) Ne var ki, anlamı bulduğumuz yerde kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu da bizi, Paul Valery gibi, sonuçlarla ilgilenmeyi bırakıp süreçlerle ilgilenmeye yöneltir. Bir başka deyişle filozofları (veya onlara benzer her kişiyi) o sonsuz anlama gayretleriyle baş başa bırakıp kendimizi kendi zamanımıza adarız. Felsefe ne kadar geniş kanatlıysa, şiir de o kadar sivri burunludur. (Sayfa 36)
* Dil, saf olmaktan oldukça uzaktır. Valery’nin tabiriyle “musikileştirilmesi” gerekir. Bu nazik ve zor görev, modern şairin omuzlarındadır. (Sayfa 37)
* Ulus, “millet”i karşılamadığı gibi “halk”ı da karşılamıyor. Zira bu kelimenin Anglo-Frank bir anlam dünyası vardır. Son yüzyılların egemen projesidir, ulus. Ben şairim, halkın oğluyum, milletimin icabet edeceği davetin özel bir formu olmalı şiirim. Bu yüzden, Müslüman olmayan hiç kimse şiir dizemeyecek; şiirle hemhal olmayan hiç kimse de Müslüman olmayacak. Nifak dünyasında o sesi özlüyoruz. (Sayfa 54)
* Bizler şiir yazmak için “kendiliğinden” sebepler, gerekçeler, itilişler bulmuş bir kuşak değiliz bugün. Bizden önceki birkaç kuşağın eğilimleri de hayattan çok edebiyata bağlılık yönündeydi. Zekânın hamlığından bahsedebilmek için bize yeterli bir Türkçe getirilememiştir. (Sayfa 58)
* Düşünün ki bir genç kız ömründe doğum hadisesi görmemiş bir biyologdan doğurma dersi alıyor. Ders tamamlanınca da yükten kurtulduğunu sanıyor. Oysa gerçekten anne olabilmek, bu büyük zorluğu bedeninde idrak edebilmek için önce kolay olanı, yani kendi cinsiyetinin tabiiliğini nefsinde idrak etmesi beklenir bir genç kızdan. Şiir de bir bakıma bir doğum ya da doğuru olduğuna göre, genç şairin kendi içtenliğine erişmesi kaçınılmaz, vahim ve olmazsa olmaz bir şarttır. (Sayfa 65)
* (…) Şiirin ikinci şartı budur: İlgi. Şiirlerinizi şu ya da bu çıta yüksekliğine göre ayarlayabilirsiniz; ama kendinizin bile sonradan ilgilenmeyeceğiniz şeyler sıralamamalısınız. Bunun için, yazdığınız her şiiri, yayımlamadan önce değişik zamanlarda ve değişik ruh halleri içinde tekrar tekrar baştan sona okumanız ve mümkünse ezberlemeniz uygun düşecektir. Turgut Uyar, şiirlerini ezbere bilmezdi; ama “Şair şiirini nasıl yazacağını önceden bilmez. Yazdıktan sonra nasıl yazmış olduğunu görür,” demesinden anlaşıldığı gibi, şiirlerini onları yazdıktan sonra ayrıntılı bir dikkatle gözden geçirdiği de açıktır. Keza Sezai Karakoç da, “Şiirin yazanı çoktur / Vardır yalnız okuyanı” mısralarıyla meselenin bir başka cephesine dikkat çekmektedir. (Sayfa 75)
* Çok partili düzenle birlikte Türkiye’de “hayat algısı” tekdüze akışını kaybetmiştir. Cumhuriyet’in yetiştirdiği sıradan insanların çocukları olan 50 Kuşağı, rejimin dayattığı hayat algısına “içeriden” ilk karşı koyan şairlerden oluşur. Bu karşı koyuş Sezai Karakoç’ta hem dini hem realist; Cemal Süreya’da ise daha çok insani duyarlıkla ilgilidir. Karakoç’ta ütopya ve bunu besleyen medeni tarih, Süreya’da ise bu ütopyaya varmadan aynı medeni tarihten beslenen romans, şiirdeki ideali oluşturmuştur. Burada, Turgut Uyar’ın “ideal”inin, besleneceği yeri tutarlı bir şekilde bulamamış entelektüel bir ideal olduğunu söyleyebiliriz. (Sayfa 93)
* Şiirde hammadde ölüdür. Onu ürün haline sokan, şairin ideali olsa gerek. (Sayfa 93)
* Şiirin gelmediği bir çağda, şiire gitme yolları çoğunlukla ölümcül olacaktır. (Sayfa 103)
* Edip Cansever’in epistemolojik kalkışlarını daha sonra anti-konformist (uysalcılık karşıtı) bir şairin, İsmet Özel’in belli bir kıyafete soktuğunu biliyoruz. Cansever suçluluğu ikrar etmişse, İsmet Özel’de suçu belirlemiştir. Hiçbir önemli şairin kendi şiiri üzerine kapanıp kalmayacağını, yanlışlarının ve daha çok şiirdeki sıkıntılarının kendisinden sonra gelenlerce düzeltilebileceğini, açılabileceğini düşünürsek, Cansever-Özel sıralamasının, bağlantısının bir geleneğe dönüşmesi hem anlaşılır hem de arzu edilir bir hale gelecektir. (Sayfa 106)
* Günümüzün ideolojik-kültürel kalıpları içerisinden bakarak Sezai Karakoç’un Doğucu-İslamcı bir bünyeden çıktığı düşünülebilir. Oysa 1950’lerin başında Müslüman bir şairin içinden çıkabileceği böyle bir bünye yoktu. O günlerde de sağcı-milliyetçi-spiritüalist bir kanat vardı; ama sanatının esası bakımından Sezai Karakoç’un daha gençlik yıllarında özgün bir konumda kaldığı açıktır. Bu özgün konum, Batılılık adına eleştiriyi, Doğululuk adına ise manevi bir bunalmışlığı barındırır. (Sayfa 110)
* Ne kadar iyi birer okursak, o kadar çok gerilip o kadar iyi bir sıçrayış yapma imkânına ulaşıyoruz. Aslında, sözünü ettiğim gerginlik insanlarda neredeyse her zaman mevcuttur. “Her zaman” yerine “neredeyse her zaman”; çünkü yazar, cümlenin anlamını gevşetip yaymak yerine, gerip sıkıştırmak istiyor. Çünkü böyle yapmasa, bir sonraki cümleye, bir sonraki paragrafa geçerken bir şey elbette kırılacak. (Sayfa 122)
* Fizik bakış açısı terk edilince ele gelir bir şey kalmıyor. Yine de, nasıl yorulunca ölmüyorsak, zihnimiz de cümle akışını kaybedince unutuşa teslim olmaz. Cümle akışı dediğim, fiilin yön çizmesiyle isim ve sıfat arasındaki ilişkinin açıklığa kavuşmasıdır. Cümle akışı kaybedilince Nietzsche’nin ‘’fantezi’’ dediği, benimse ‘’göz göre göre rüya’’ diye düzelttiğim zihin durumuna geçilir. Bu durumda zihin geniş ve doludur, açık veya saf değil. (Sayfa 127)
Edebifikir