
Önceki yazımda Türkiye tarihi incelenirken üç ayrı bağlama dikkat edilmesi gerektiğini ifade etmiş ve Osmanlı ile Cumhuriyetin irtibatını, Zürcher’in eseri üzerinden, ele almıştım. Bu yazıdaysa bir diğer bağlamın yani Osmanlı ve dünya tarihi ilişkisinin altını çizeceğim. Belirtmeliyim ki, Osmanlı ve dünya tarihinin birlikte ve doğruca gözetilmesi hususunda bazı engeller mevcuttur. Her şeyden önce Osmanlı ülkesinden söz ederken, bir “imparatorluk”tan bahsedildiği gerçeği daima akılda tutulmalıdır. Modern ulus devlet, bu bakımdan Osmanlı İmparatorluğu’nu kavramada bazı engellere gebedir. Engellerden biri, ulus tarih yazımlarında tezahür eder. Bilhassa Arap ve Balkan ülkeleri tarih yazımında, Osmanlı bir muharrip yahut ulusların gelişmesi önünde bir kaya olarak tasvir edilerek milli benlik oluşturma yolu tutulmuştur. Örnek vermek istersek Sırp tarih yazımında “milli kahraman” olarak bir kültten bahsedebiliriz: “Lazar kültü”. Burada Kosova Savaşı, Osmanlı’nın zaferiyle neticelense de bir Lazar kültü oluşturulabilmiştir[1]. Sırp prens Lazar’ın etrafına kurulan bu kült, Sırp milliyetçiliğinin önemli kaynaklarındandır. Osmanlı tarihinin dünya tarihi ile ilişkilendirilmesi mevzuunda bir diğer sorun, tarihe Avrupamerkezci yaklaşımdır. Bu kapsamda Avrupa’nın biricikliği, ancak Avrupa tarihinin temel tema ve dinamiklerinin yine Avrupa’ya içkin olmasını gerektirmiştir. Aksi bir ihtimal Avrupa’yı edilgen bir pozisyona düşürmeyecekse de en azından onun etkenliğine halel getirecektir.
“Osmanlı ve Dünya” kitabı da Osmanlı ve dünya tarihinin doğal bütünlüğüne dikkat çekmek amacındadır. Aslında bu çaba eserin yayınlandığı dönem göz önünde bulundurulduğunda cesur bir harekettir. Nitekim Kemal Karpat, Türkçe çeviriye yazdığı önsözde, kitabın nüvesini teşkil eden ve Wisconsin Üniversitesinde düzenlenen sempozyumu, Türk doktora öğrencilerinin “gerici” ve “gelenekçi” gibi dövizlerle boykot ettiğini söyler. Ancak aynı önsözde Osmanlı’nın Avrupa tarihine etkisini millî devletlerin ortaya çıkışına katkı sunduğu iddiasına kadar vardırır. Zira Bizans Devleti’nin vârisi olması onu Roma Kilisesi’nin tabiî bir rakibi haline getirmiş ve neticede bu kilisenin gücünün zayıflamasına sebep olurken ulus devletlere alan açmıştır.[2] Aynı önsözde Osmanlı’nın kimi Avrupalı devletlerle girdiği siyasî mücadelelerin ve savaşların da Avrupa tarihine doğrudan tesir ettiğine işaret eder. Sözgelimi Habsburg İmparatorluğu ve Rusya ile girişilen mücadelelerin bu bölgelerin tarihini şekillendirdiğine değinir.[3]
Kitabı oluşturan tebliğlerin her biri ayrı ayrı önemli meselelere değinse de Toynbee’nin yaptığı tebliğ, “imparatorluk” kavramını vurgulaması sebebiyle ayrıca zikredilmeyi gerektiriyor. Toynbee konuşmasına Osmanlı İmparatorluğu’nun hükmettiği toprakların genişliğini betimleyerek başlamıştır ve bu yolla Osmanlı’nın dünya tarihi yazılırken sarfınazar edilmesinin, dünya tarihinde koca bir delik oluşturacağını hissettirir. Toynbee aynı konuşmasında, Osmanlı İmparatorluğu hakkında yapılan emperyalist suçlamalarını ıskartaya çıkarmıştır. Şöyle ki: yaklaşık olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyetindeki topraklarda daha önce de üç ayrı imparatorluk (Pers, Roma ve Arap İmparatorlukları) kurulmuştur. Toynbee’ye göre bu imparatorlukların acze düştüğü dönemlerde kurulu oldukları coğrafyalar bir anarşi bataklığına dönüşmüştür. Ancak bölgedeki imparatorlukların çöküş dönemleri dahi anarşi dönemlerine nazaran tahammül edilebilir türdendir.[4]
Bir de Mcneill’in tebliğine değinmekte yarar var. Mcneill, tarih yazımı bakımından iki aşamalı bir “öcü Türk” algısından söz eder.[5] İlk aşamada dinî saikler Türklerin öteki olarak tanımlanmasına sebep olmuştur. İkinci aşamada da bu durum sürer. Yani tarihin seküler/liberal yorumu dinî tarih anlayışının yerine ikame olunduğunda Osmanlı için durum değişmedi. Çünkü bu kez Osmanlı ve Balkan halklarının boğuşması, bir özgürlük-tiranlık mücadelesi olarak okundu. Böylece Hıristiyanların öcüsü Türk, Balkan halklarının bağımsızlık mücadelelerinin önünde durmak ve bağımsızlık cehdine köstek olmakla öcülüğünü devam ettirdi. Mcneill’in tebliği, Arap ülkelerindeki duruma değinmesi bakımından da mühim. Bir defa tarih ilminde “ilk”lere yönelik doğal bir temayül vardır. Aynı eğilimin İslam tarihindeki yansıması, İslam’ın “ilk asır”larının vurgulanması şeklinde olmuştur. İslam’ın ilk asırlarının vurgulanması işi, haliyle araştırmacıların Arap tarih kaynaklarından beslenmesini gerektirmiştir. Ancak bu kaynaklar, İslam tarihinde Arapların esas oyuncu olma vasfını yitirişlerini İslam tarihi bakımından bir son kabul etmektedir. Dolayısıyla Bağdat merkezli hilafetin son bulduğu 1258 senesinden sonraki olay ve olguların tarihteki konumu yıkıcı bir deprem yaşamıştır.[6]
Ancak günümüzde küreselleşmeyle birlikte yekpare bir toplumun artık imkân dışı olduğu bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Toplumlar artık çok daha alacadır. Dolayısıyla çok kültürlü bir toplumsal hayat için gerekli tüm derslere açık olmalıyız. Geçmişte Roma ve Osmanlı; günümüzde ABD gibi “imparatorluk”lar, bu bakımdan eşsiz kaynaklardır. Bizlere farklı kültürlerin bir arada yaşaması hakkında son derece önemli tecrübe madenleri sunmaktadırlar. “Osmanlı ve Dünya” kitabı da dünya tarih yazımında, Osmanlı tarihine yönelik kayıtsız tavrı kırmakta ve bu tarihin güncel bir önemi haiz olduğuna işaret etmektedir.
Ferhat İnan
[1] Feridun Emecen, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve Yükseliş Tarihi, (İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 5.Basım, 2019), s.68.
[2] Kemal H. Karpat, Osmanlı ve Dünya, (İstanbul: Timaş Yayınları, 8.Bask, 2020), s.13.
[3] Kemal H. Karpat, a.g.e. s.13.
[4] Kemal H. Karpat, a.g.e. s.37.
[5] Kemal H. Karpat, a.g.e. s.64.
[6] Kemal H. Karpat, a.g.e. s.65.