“Mızrak çuvala sığmaz” diye bir atasözümüz vardır; apaçık meydanda olan bir şeyi örtbas etmeye çalışmanın beyhude olduğunu ifade etmek için kullanılır. Türklüğün asıl manası yaklaşık bir asırdır örtbas ediliyor; Türklük ırk çuvalına sokulsa da sığmıyor. Fakat bir gerçek var ki, modern kabullerin etkisiyle “Türklük algısı” değişti. Değişmekle kalmadı, aynı zamanda “Beyaz Türklük, Zenci Türklük” gibi ucube kavramlarla sulandırıldı. Asırlarca “Müslümanlık” ile eş anlamlı olarak kullanılmış olan Türklüğü, aslına tebdil edebilmek ne kadar mümkündür bilemiyorum. Ancak, Teoman Duralı’nın “Omurgasızlaştırılmış Türklük” isimli kitabını, Türklüğün serencamını göstermesi bakımından önemli buluyorum.
Yedi bölüm ve on bir ekten oluşan kitapta temas edilen konular; tarihten felsefeye, dil bilimden dirim bilime, dinden iktisada kadar hayli geniş bir yelpazeyi içine alıyor. Yazar, kendi kitaplarına çokça atıf yapmış.
Duralı, en eski devirlerden beri ‘kandaş bireylerden müteşekkil bir toplum olmayan’ Türklerin, ‘silah arkadaşlığına dayalı ve Türkçe konuşan bir topluluk’ olduğunu ifade ediyor. Bahis konusu topluluk; demiri ustalıkla işler, silahını kendisi üretir. Çin, Hint ve Pers/İran medeniyetlerinin kuzeydeki komşusudur ancak kurduğu devletleri medeniyete dönüştürememiştir. Çoğu zaman mezkur medeniyetlerce asimile edilmiştir. “Türk” kelimesi ise bir ırkın adı değil; şerefli, şanlı gibi anlamlara gelen, Hunların kendilerini nitelediği bir san, bir unvandır.
Yazar, Türklerin tarih sahnesine çıkışında yazıyı ilk kez kullanmış olan Göktürk Devletini esas alıyor ve 500’lü yılların ilk yarısını imliyor. (s:29) Bu doğrultuda “Oğuz”un önemine değiniyor: “Türklüğün bir ucunda Göktürk, öbüründeyse Osmanlı durur. Bu iki tarihî durağı birbirine bağlayan hat Oğuzdur.” (s:43)
Türklerin, İslâm’ı kılıç zoruyla kabul ettiği iddiasını reddeden Duralı, şu anektodu paylaşıyor: “Özellikle 956 yılının sonlarında sayıca da heyecan itibariyle de Türkler Müslümanlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki, onlara hayranlık nidâsı şeklinde tezahür eden ‘Türk imân!’ denmiş. Deyim birleştirilip kısaltılınca, zamanla, öncelikle de Farsça telaffuzla ‘Turkoman’, o da, Türkçede ‘Türkmen’ diye söylenir olmuştur.” (s:57,58)
Fikriyâtını medeniyet kavramı etrafında şekillendiren Duralı’ya göre, bir kültürün varabileceği en üst mevkî, ‘felsefîleşmiş medeniyet’ seviyesidir. Felsefîleşmiş medeniyetin zemînini oluşturansa yazıya dayalı bildirişimdir.(s: 65)
İmdi; Türklerin savaşçı kimliğinin İslâm’daki cihat kavramıyla anlamını bulması, Göktürkler ve Uygurlarla başlayan yazı tecrübesinin, İslâm’ın kabulünden sonra hikmetle takviye olunarak Türkler tarafından pekiyi benimsenmesi, nihayet bu iki husûsiyetin Osmanlı’da kâmilen tezahür edişi, Teoman Duralı’yı ‘Devleti Ebed Müddet’ ülküsüne ulaştırır. (s:74,75,100) Çünkü; medenî yaşayış ancak âdil düzende mümkündür. O da ‘orta yol’dan giderek inşâ olunabilir. O orta yoldan güvenle yürümek de yalnızca devlet çatısı altında olur. Öyleyse medenî yaşayışın teminâtı devlettir. Bunun en önde gelen örneği ise ‘Osmanlı Devleti’dir. (s:99) Bu devlete vücut veren insanların: “İlk başta gelen ilkesi Allah inancı; ikincisiyse, devlet ülküsüne olan bağlılıktır. Bu bakımdan onu oluşturan halkın ruhuna sinmiş olan ‘Allah devlet ile millete zeval vermesin!’ şiârıdır.” (s:103) Ancak, tarihî seyri boyunca tedrîcen gelişen medeniyetimizin, 19. ve 20. asırlarda yaşadığı suni ve hızlı değişim, Türklüğün hüviyet-i asliyesinden uzaklaşmasıyla sonuçlanmıştır: “İhtilâlikebir Fransasından idhâl Positivcilik, nasıl, 1840lardan itibâren, bağrımıza saplanmışsa, benzer biçimde müttefik bilinmiş Prusya Almanyasından 1890larda eğitmen sıfatıyla getirtilen subaylar eliyle kavmî milliyetçilik, öncelikle Harbiyeye sokulmuştur. Kavmî milliyetçilik bir yana, kavimlilik mefhumu dahî tarihî millî zihniyetimizin sisli puslu en ücrâ köşelerinde yer tutmamışken, 1910’lara gelindiğinde, şiddetli ve hiddetli bir humma şeklinde bedenimiz ile nefsimizi baştan ayağa kaplamış görünüyordu. ” (s: 122)
Duralı’ya göre, Türk tarihindeki ilk din devleti Cumhuriyet Türkiyesi’dir. Lâkin o bu ifadeyi 1924 anayasasında bulunan “Türkiye devletinin dini, din-i İslâm’dır” maddesinden hareketle söylemiyor; Kemâlîlik(Kemalizm) atıfta bulunuyor. Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyetinin (Batı’nın) doğrusunu doğru, yanlışını yanlış olarak kabul eden bu beşerî din, İslâm alfabesini değiştirerek Türk’ün millî kültür hafızasını silip atmıştır. 1920’li yıllara gelindiğinde, rengini ahengini bulmuş, dünyanın en mutena ve müstesna üç beş dilinden biri olan Türkçeyi katletmiştir.
Duralı Bey, vakit kaybetmeden maddî-manevî bir yapılanmanın başlatılması gerektiğini belirtiyor. Çözüm için sunduğu teklifi ise özetle şöyle: İlk ve büyük taarruz, millî-toplumsal hâfızanın kurtarılıp diriltilmesi cihetinde olmalıdır. İslâm alfabesi, Latin alfabesinin yanında yeniden tedâvüle sokulmalı, kelime hazinemiz bütün görkemiyle tekrar canlandırılmalı, edebiyatımız ve musikîmiz ihya edilmeli, siyaset, hukuk, iktisat, eğitim ile öğretim nizâmımız yeniden şekillendirilmelidir.
Feyyaz Kandemir
4 Yorum