Biyografi ve portre kitaplarının/yazılarının insanı nefis muhasebesine sevk eden bir tarafı var. Aynı zamanda ibret ve hayrete sevk eden bir tarafı da… Bunu Beşir Ayvazoğlu‘nun “Defterimde Kırk Suret” adlı kitabını okuyunca fark ettim.
Ayvazoğlu, kitabın önsözünde 1994 yılında Şeyh Galip ile ilgili bir çalışma yaparken “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” mısraının diline dolandığını ve akabinde tanıdığı kişileri yazmaya karar verdiğini söylüyor. İnsana küçük âlem gözüyle baktığını ve bunu yaparken “hoşça” bir üslup benimsemeye çalıştığını da belirtmiş. Portresini yazacağı kişileri seçerken: “…bilim, kültür, sanat, siyaset vb. hayatımızda önemli yerlerinin bulunup bulunmadığına dikkat ediyor, bir de adları duyulmamış, kıyıda köşede kalmış değerli insanları bulup gün ışığına çıkarmaya çalışıyorum” diyor. Bu kaygının sonucu olarak kitapta ya tanınmayan ama bilinmesi gereken kişilerin ele alındığı ya da tanınan kişilerin hiç bilinmeyen yönleriyle incelenmeye çalışıldığı söylenebilir.
Kitap, sırasıyla “Osmanlı’nın Yadigârları”, “Yeni Devir, Yeni Yüzler”, “46 Sonrası” ve “Onlar da Bizden” olmak üzere dört bölüme ayrılmış. İlk bölümde benim dikkatimi en çok celbeden kişi merhum Turgut Cansever oldu. Ayvazoğlu, bilge mimara duyduğu hürmet ve muhabbet sebebiyle olsa gerek, kitabında “Cahil kafalarda bütün esrarını kaybeden İslam, entelektüel bir kafada ne güzeldir” sözünün ifade ettiği hakikati Turgut Cansever’i tanıdıktan sonra daha iyi idrak ettiğini söylüyor. Ayrıca “Çeşitli şekillerde dayatılan bir yığın yanlış görüş, sakat iddia, peşin hüküm, hocayla bir saat konuştuktan sonra, yerlerini şaşırtıcı doğrulara bırakır” diyor.
İkinci bölümde dikkatimi en çok celbeden kişi Erol Güngör’dü. Yazar, kitabında bu değerli insanın erken ölümünün onu tanıyan herkesi perişan ettiğine yer vermiş. Fakat yazara göre bu bilinen manadaki gibi bir “erken ölüm” değil. Çünkü Güngör, kendisinden beklenen kitapları yazamadan vefat etmişti. Anlaşılan o ki yazılamayan kitaplara duyulan özlem, sevenleri için bu zâtın ölümünü daha da ağırlaştırıyordu. Müellif onun için, “Bana biri çıkıp ‘Gerçek Türk Aydını nasıl olmalıdır?’ diye sorsa, hiç tereddüt etmeden ‘Erol Güngör gibi!’ derim, evet Erol Güngör gibi” diyerek kendisine atfettiği değeri bir cümlede söyleyivermiş.
Üçüncü bölümde İsmail Kara’yı anlatan sayfayı açtığınızda “HIFZINI TAMAMLAMIŞ BİR SİYASET BİLİMCİ İSMAİL KARA” başlığını görürsünüz. Ayvazoğlu onun için, “İsmail Kara, bugün belli konularda fikrine mutlaka müracaat edilen güçlü bir bilim adamı ve seçkin bir aydın oluşunu, hiç şüphesiz büyük ölçüde çok erken dâhil olduğu bu yüksek kültür muhitine borçludur” demiş. ‘Yüksek kültür muhiti’ deyip geçmemek lazım. Nurettin Topçu, Ezel Erverdi ve Mustafa Kutlu başta olmak üzere onlarca belki de yüzlerce ilim ve kültür adamı ile çalışabilmiş olmak herkesin harcı ve hakkını verebileceği bir şey değildir.
Son bölümde ülkemizde gayet iyi tanınan Cengiz Aytmatov anlatılmış. Aytmatov’un az karakter, az eşya, az olay ile zamana dayanmayı başarmış bunca romanı nasıl yazdığını anlamak isteyenler, bu biyografik yazıyı mutlaka okumalı. Aytmatov’un Türklerin ilk yurdu Orta Asya ve akabinde Sovyetlerden yola çıkarak tüm dünyayı kapsayacak şekilde yaptığı yakın tarih çözümlemeleri güncelliğini hâlâ koruyor. Bu sebeple yazdığı kitaplar özenle okunmalıdır.
Defterimde Kırk Suret, Osmanlı’dan günümüze uzanan bir şahikalar müzesi gibi. Orada her düşünceden insan kendi zirvesini bulabilir.
Muhammed Furkan Kâhya