Eskiler tasavvufu anlatırken birbirine muhabbetle bağlı iki dosttan birinin lezzetli bir yemek yerken arkadaşını anmasını örnek verir, onun da bu sofrada olmasını arzu ettiğini anlatırlardı. Bu şekilde tasavvufun lezzetlerini tadan bir kişinin sevdiklerini bu yola davet etmesini bir vefa göstergesi, dostluk nişanesi olarak nitelendirirlerdi.
Buradan yola çıkarak ne zaman ufkumu açan, telaş ve koşturmacadan perde inmiş gözlerime ışık olan ya da her an her yerde propagandaya maruz kalan dimağımda lezzet bırakan bir kitap okusam insanlarla paylaşma arzusu duyarım. O kadar ki; şehrin kalabalık caddelerinde telaşla koşturan insanları çevirip bu kitabı mutlaka okumaları gerektiğini söylesem kendimi yadırgamam. Fakat hapsolduğu kalıpların içinde uzun süre kalmaktan katılaşmış heyecanımız buna müsaade etmez. Toplumda kabul gören biri olmak için toplumun onayladığı ortamlarda yerine getirmek zorundayım bu eylemi. Mevzubahis ortamlar; dergiler, internet siteleri ve kitap bültenleri olarak hayatımızda yerini sağlamlaştırmış durumda zaten. Hazır bunlara değinmişken; bu ortamlarda kitap tanıtımı niyetiyle yazılan metinlerin zaman zaman beni kitabı almaya teşvik etmek yerine kitaptan soğuttuğunu belirteyim. Nitekim bu metinlerin hiçbiri Nihad Sami Banarlı’nın Kültür Köprüsü gibi insanı oturduğu koltuktan koşar adımlarla kitapçıya gönderecek yetkinlik taşımıyor. Özellikle de kitap satılan internet sitelerindeki metinlerin düşük ücretler karşılığında freelance mantığıyla yazdırıldığını biliyor olmak bu olumsuz etkiyi arttırıyor.
Bunların haricinde gazetelerin kitap eklerinde yazılan metinlerin ticaret kaygısından bir nebze kurtulmuş olması, bir okuyucu olarak beni rahatlatmıyor değil. Ancak burada da tıpkı Necip Fazıl Kısakürek’in Bâbıâli’de kaburga kemiklerini gösterircesine ışık tuttuğu yazın dünyasının menfaat ilişkilerinin yer aldığını görmek zor değil. Bu ağır ithamı hiçbir yazarın kabul etmeyeceğinin keskin farkındalığıyla beraber, insanın kendini ahlaki olana menteşelemek için menfaatle çizilen plastik yola birkaç gerçek çiçek diktiğini ve bunu da kendi ideolojisine veya tanıdığı yazarlara ait kitapların yanında hakiki eserlere yer vererek yaptığını, bu konuda gelmesi muhtemel eleştirilere cevap olarak peşinen not düşmek istiyorum.
Samimiyete balta vuran bu durumlardan kurtulup gerçek bir kitap tanıtımı yapmak mümkün müdür peki? Mümkünse yöntemi nedir? Kitaptan alıntılar yaparak paylaşmak amaca uygun bir yöntem midir mesela? Kültür Köprüsü’nü örnek vermiş olmak bu konuda bir sınır çizmek sayılmaz. Bir dayanak noktası bulup üzerine kendi üslubumuzu inşâ etmeliyiz. Yapılan işin ruhuna halel getirmeyecek bu dayanak noktasını, bu yazıya şerh düşecek bir metin gelene kadar, kendi dünyamda, okuyucuya fayda vermesi olarak tanımlayabilirim. Fakat burada yeni bir sorun çıkıyor karşıma.
Herkesin ilgi, zevk ve algısının farklı olduğunu bilirken, kendime hitap eden bir kitabı başkasına anlatmak bir nevi dayatma sayılabilir mi? Yazının yayınlandığı platforma ya da yazarına güvenerek kitabı alıp okuyacak bir kişinin güvenini zedeleme ihtimaliyle beraber vaktini ziyan etmek de mümkün. Nasıl olsa hakikati manipüle edebilen varlıklarız. Sırf bize hitap etti diye bir eseri süslü cümlelerle sunmak zor değil. Ve şunu da açıkça itiraf edelim; beğendimiz her şeyin herkes tarafından beğenilmesi bizi mutlu ediyor. Yüksek sesle söylemesek bile insanların bizim beğenilerimizi onaylaması, içten içe ne kadar doğru tercihler yapabildiğimizi gösteren bir put olarak nefsimizde kendine yer ediniyor. Gördüğümüz komik bir videoyu arkadaş ortamında paylaşıp herkesin en az bizim ilk anda verdiğimiz tepkiyi vermesi bekliyoruz. Onların videoyu izlerken attığı her kahkahayı bir nevi onlar tarafından kendimize yapılmış teşekkür olarak kabul ediyoruz. Lezzetli bir sofrada dostlarını yâd edenler müstesna…
Buraya kadar yazdıklarımı bir adım daha öteye götürerek yeni bir soru sorayım. Bu fikirleri paylaşmak, okuyucuya bu konu üzerinde düşünme dayatması sayılır mı? Soruyu sorana kadar bir cevabımın olmadığını belirtmekle birlikte tam bu noktada okuyucu etkisinin devreye girdiğini düşünüyorum.
Yakın zamanda tekrar okuduğum bir kitabın hemen her sayfasında paylaşma iştiyakı duyunca bu konu üzerinde tekrar düşünmeye başladım. Bir kapı açmak ümidiyle de paylaşmanın uygun olacağına kanaat getirdim. Beni buraya kadar getiren kitap ise pek çoğumuzun aşina olduğu Dücane Cündioğlu’nun Hz. İnsan kitabı.
Kafamdaki tüm belirsizlikleri bir kenara bırakıp kitap tanıtımı yazmayı düşünürken, bunu nasıl yapacağım sorunu çıktı ortaya. Daha sonra üzerinde düşünmek niyetiyle altını çizdiğim cümleleri paylaşmak kitaba haksızlık sayılabilir. Kitap hakkında genel bir değerlendirme yapmak, farklı düşündüğüm kısımlarını yazmak daha tercih edilebilir bir yöntem gibi duruyor. Fakat burada da okuyucunun algısını yönlendirme ihtimali ortaya çıkıyor. Yukarıdaki tartışmalardan sıyrılıp bir kitabı tavsiye etmeye karar verdikten sonra kaynağından çıkmış su pınarı gibi sunmak istiyorum. Üzerine hiçbir şey söylemeden hediye etmek gibi… Bu amaçla mükellef bir sofrada otururken duyulan o kıymetli iştiyak sahiplerini rehber edinerek kitaptan bir bölümü olduğu gibi yayınlamak istiyorum. Telif sıkıntısı olmayacaksa tâbiî…
İbrahim Halil Aslan
ÇİÇEKLERDEN ÖZÜR DİLEMELİ
“İnsan nedir?” sorusuna asırlar boyunca düşünme’nin bulabildiği en köklü cevap şudur: İnsan düşünen/konuşan canlıdır (hayvan-ı nâtık/animale rationalle).
“Canlı nedir?” sorusuna verilen cevap ise, ne yazık ki bugün pek bilinmez: Canlı, duyulan olan ve iradesi ile hareket eden organik cisimdir.
Klasik Fiziğin terimleriyle ifade edecek olursak, canlılık, “hassas ve müteharrik olan cism-i nâmi”nin özelliğidir. Beslenme, büyüme ve üreme yetilerine sahip olmak anlamında cism-i nâmi, bitkilerden ve canlılardan oluşur. Klasik Fizik’te cisim, “beslenme, büyüme ve üreme” yetilerine sahip değilse inorganik maddelerden/madenlerden (cemadât), sahipse bitkilerden (nebatât), şayet aynı zamanda duyulara ve iradi hareket yetisine de sahipse canlılardan (hayvanât) teşekkül ederdi. Tabiatıyla bu durumda insan diğer canlılardan ‘akıl’ yetisiyle ayrılırdı. Bu kısa tabloda, eğer iyi dikkat edilmişse, görülecektir ki bitkiler “canlılar” kategorisinin dışında kalmaktadır. Çünkü bitkiler, tanım gereği, canlı sayılmazlardı; yani iç ve dış duyuları olmadığı gibi, irade aracılığıyla yer değiştirme, hareket etme, harekete geçme (müteharrik bi’l-irade) vasfını haiz kabul edilmezlerdi. Ben değişik vesilelerle klasik Fiziğin (hikmet-i tabiiye’nin) bu tasnifini ne zaman aktarsam, hemen dinleyiciler arasından itiraz gelir ve bitkilerin de ‘canlı’ oldukları öne sürülerek itiraz edilir. Beceriksizliğimden olsa gerek adeta “bitki düşmanı” gibi algılanırım. Açıkça söylemem gerekirse, bu itirazlar bana annem ve ablam tarafından da hep yöneltilmiştir; zira onlara göre de bitkiler canlıdır, duyuları vardır, severler ve sevilirler, sözden anlarlar; beğeni ifadeleriyle karşılaşmayan bitkiler hemen solarlar, üzülüp mahzun olurlar, ilgi görmezlerse misafiri oldukları, süsledikleri, şenlendirdikleri evin sakinlerine boyunlarını büküp küserler. Okşanmak isterler, yeterli miktarda su, ışık ve ısı talep etmekle kalmazlar, sevgi de, ilgi de, iltifat da isterler. Nazlıdır zilliler, cilve bile yaparlar. Odada konuşulanları dinlerler, ara sıra kendilerine de söz gelmesini beklerler. Ben bu açıklama tarzının hiç karşısında olmadım. Çiçeklerime su veremediğim zamanlarda bile kendilerinden özür diledim çünkü. Onlar yaşadıkça yaşadığımı hissettim. Lakin itiraf etmeliyim ki beceriksizliğimden narin olanlarını değil, dayanıklı olanlarını seçerim; benim sigara dumanımdan rahatsız olmayanlarıyla sadece arkadaş değil, bazen dost bile olmayı başarırım. Mevsimlik olanlarının kendilerine su taşıyan, gün boyunca yerlerini değiştiren fedakâr işçisi olmaktan kaçınmam. Ne var ki ziyaretime geldiklerinde hem annemin hem de ablamın suçlamalarından hiç kurtulamadım. Ben kötü bir çiçek dostuyumdur onların gözünde. “Canlılar” kategorisinde saymadığım için de dinleyicilerin gözünde ister istemez nebatât karşıtı…
Şeyhi Ekber hazretleri, değil sadece hayvanlar ile bitkiler, taşlar hakkında dahi nâtık sıfatını kullanır. Onların da konuştuğunu söyler. Bu açıdan bakıldığında ‘canlı’ sıfatını hayvanat mertebesinden bir tek nebatât mertebesine değil; cemadât mertebesine şamil kılabiliriz.
Sadece insanlar, hayvanlar ve bitkiler değil, taşlar da konuşurlar. Üstelik bazen daha derinden bile konuşurlar. Burada küçük bir sorunun mevcudiyetinden herhalde sizleri haberdar etmek gerekiyor: Bitkileri canlılar sınıfına dâhil etmediğimi görenlerin yönelttikleri itiraz, bu açıklamaların mantığından biraz farklı. Diyorlar ki: ‘Bugün bilim (fizik), bitkileri ‘canlı’ kabul ediyor.” İşte asıl sorun da tam burada ortaya çıkıyor. Çünkü modern bilim bitkiler şöyle dursun, insanı bile ‘canlı’ kabul etmiyor. Modern bilim insanı nasıl canlı kabul edebilir ki? Her şeyden evvel can kavramını kabul etmiyor. Can’ı kabul etmeyen canlıyı kabul eder mi?
Nedir şu can dediğimiz, bir düşünelim bakalım!
Can ve canândan söz etmek her babayiğidin harcı değildir. Modern Bilimin can’dan vazgeçişinin üzerinden çok geçti. Descartes ilk kez hayvanların canı olmadığını söylemiş ve hatta o kadar ileri gitmişti ki -bitkiler gibi- canları olmadığından ötürü “hayvanların canı acımaz” demek gafletinde bile bulunmuştu. (Bir matematikçiden bundan fazlası beklenebilir miydi acaba?)
O halde insanı salt ete, kemiğe, sinirlere, damarlara indirgeyen modern bilim, insanı dahi can’lı kabul etmezken, nasıl olur da bitkileri can’lı kabul eder?
Etmez! Bu bakımdan Ruh (nous, spritus, geist), Nefs (psyche, anima, seele) ve Tabiat (physis, natur) gibi üç düzeyli klasik Fizik’in derin evren kavrayışını, tek düzeyli modern Fizik’le anlamak ve açıklamak asla mümkün olmaz.
Aksi takdirde sormak gerekmez mi, Ete kemiğe büründüm/Yunus diye göründüm diyen Hz. İnsan’a modern bilgi/bilim nasıl anlam verebilir?
Veremez!
Modern insan böylesi bir Fizik anlayışından hareketle “Hoşça bak zatına” diyen Şeyh Galib’in öğüdünden nasıl istifade eder? Edemez. Zatı bilmez çünkü. Evet, modern bilim zatı nerede bulacağını bilemez. Kuşku duyanlar varsa, onlarla birlikte kendimizi sınayalım ve soralım o halde: Zât nedir? Ne anlıyoruz zat’tan? Hani bizzat deriz, bizatihi deriz, zaten deriz ya, eklerini atıp geriye kalan şu zatın ne olduğu hakkında ne söyleyebiliriz? Hoşça bakmasına bakacağız ama bir de şu zatı bir bulabilsek. Şu zât denen şeyi bir düşünebilsek!
Sûfilerin tabiriyle lübb, filozofların tabiriyle cevher, mantıkçıların tabiriyle mahiyet, kelamcıların tabiriyle zât denen şu öz de nedir?
Yunanlılar ousia, Latinler substratum demişler. Psikoloji’de kimileri ego, kimiler self, kimileri nomen diyerek etrafında dönmüşler. Biz ise can demişiz, yetmemiş canân demişiz. Taşrada arayıp bulamadığımızı söylemişiz. Canı canânda bir kez olsun bulunca peşini bırakmamış, “Ben hakikatim” demekten kendimizi alamamışız.
Modern insana göre insan canlı değildir. Bizim nezdimizde ise otlar da, taşlar da canlıdır! Yeter ki biraz kulak veriniz, inanınız o zaman bu âlemde var olan her şeyin nefes alıp verdiğini duyabilirsiniz.
Kaynak: Hz. İnsan, Dücane Cündioğlu, Kapı Yayınları, 10. Basım, 2014, İstanbul, Sayfa: 93-97.