Künye: Büyük Filozoflar ve Felsefeleri, Yapı Kredi Yayınları, Çeviren: Zeynek Durukal, 4. Baskı: İstanbul, 2014.
***
* İlk felsefe fırtınası İdea’yı yalıtmaya ve bu amaçla, değişken olduğu için içeriksiz olan duyulur dünyadan onu ayırmaya çalışan Platonculukla başlar. Demek ki Platonculuğun ardılları, açılan bu arayı kapatmaya çalışacaklar; Hem doğayı, hem de hazzı övecekler (Aristoteles, Stoacılar, Epikuros). Yunan felsefesi durmaksızın, aşkınlıktan vazgeçip bu kopukluğu kapatmaya çalıştı. Örneğin hiç kimse Aristoteles’i, arkasındaki güçlü Platon karşıtlığını görmeksizin öğrenemez. Stoacılara gelince, onlar tanrısalı terk etmediler, ama onu çabucak doğaya mal etiler (tümtanrıcılık). Kısacası, Yunan filozofları felsefenin yollarından birini gösterir: Açıklık ve sağlam kanıtlama, ama aynı anda da öncellerine karşı çıkış. (Sayfa 12)
* Kartezyenizm -ikinci sarsıntı- dramı bir başka temel üzerinde yeniden sahneleniyor: İdea’yı dünyamızın dışına veya üstüne yerleştirmek yerine, evrenimizin tasarımını kendinde taşıyan cogito’yu egemen kılmaya adıyor kendini. Kendine dönüşlü idealizm. Onu tanımak için kendimize dönüp iyice düşünmek yeterlidir. (Sayfa 12)
* Platon’un sistemi baştan sona İdea’ların gerçekliğini savunur: Hepsi de değişken, belirsiz ve olumsal olan şeylerde gerçeği asla bulamayız. Örneğin, büyük olan büyüktür ama yalnızca onu karşılaştırdığımız küçük bir şeye görece büyüktür; bu sözde büyüğü onu aşan bir modelle kıyasladığımız anda küçük buluruz. Demek ki hem büyüktür hem de küçüktür. Öte yandan, ikilik ya da daha doğrusu iki yönlülük, bir bütünün ikiye bölünmesinden oluştuğu gibi iki birimin toplamından da oluşur; birbirine karşıt iki biçimde doğabilir; bunun sonucunda, doğurma ve üretme dünyasında durduğumuzda iki yönlülük ontolojik bakımdan ya bir artış -iki örneğin birleşmesi- ya da bölünmeden doğduğundan, bir eksilme olarak görülebilir. (Sayfa 22)
* Kratlyos’a göre bundan şu çıkar: Dil, varlığı anlatır: “Adları bilince, şeyleri biliriz.” (Kratylos, 435d). (Sayfa 27)
* Aristoteles, önceleri benimsediği Platoncu felsefeyi reddetmesiyle sahneye çıkar. Öz (İdea’lar kuramı) ile şey arasındaki ayırımı, düşünülür dünyayla duyulur dünyanın bağını yeniden kurmaya boşu boşuna uğraşan üçüncü kişi savına götüren ayırımı kabul etmez. Gerçekten de insan düşüncesinin etten ve kemikten yapılmış insanlar bağlantısız olduğunu varsayarsak, iki uçta, yani kendinde insan ile deneyle bilinir insan arasında ortak olanı birleştiren bir üçüncü kişi düşünmeliyiz; bağlantısı kopmuş olanın birliğini yeniden kurmanın yolunu bulmalıyız; üstelik sürekliliği sağlamak için bir dördüncü kişi (ve devamını) de öngörmeliyiz. (Sayfa 33)
* Aristotelesçilik temel bir uğrağında tözel gerçekliğin bir başka adı olan ‘’hylemorfizm’’ (özdekbiçimcilik) kavramını vurgulamıştır. Burada idea (belirleyici) özdeğin içine girer: Burada birlik, özellikle ruh ile bedenin birliği, Platoncu ikiliğin karşıtıdır, çünkü ruh, içinde ortaya çıktığı şeyin dışında var olamaz. (Sayfa 34)
* Stoacılar Aristotelesçi hareketi, yeni Platonculuğun eleştirisini sürdürmeyi ve genişletmeyi görev bildiler: Aristoteles İdea’nın -düşünülür’ün- duyulur dünyaya indirilmesi için çalışmış ve özdekbiçimcilik buradan doğmuşken, daha köktenci olan stoacılar ise kavramsallığı ortadan kalırdılar. Var olan olarak yalnızca Dünya’yı ve onun bir sonucu olan bireyi tanıyorlardı. Mikroevreni makroevrenden ayırmadılar. Aristotelesçiler sıralamalarla uğraşırken Stoacılar önceller ardıl arasında basit bağlantılar kurmakla yetindiler. Bu filozoflar üç bilim dalını yüceltti: Mantık, fizik ve toplumsal ahlak. (Sayfa 48)
* Stoacılarda ahlak, felsefelerinin merkezini oluşturur: Onlara göre bunun doğal eğilimlerini izlemek önemlidir, çünkü bunlar aracılığıyla evrenin yasalarıyla özdeşleşiriz. Dahası, tanrısal güçle uyum içinde yaşarız. Şeylerin düzenini değiştirmeye kalkışmayalım, zaten yaptığımızı bir boyun eğme edimi olarak değil, bütüne mutlu bir şekilde katılım olarak görüyoruz. Buna göre bir tutum belirlenir: Oku atan okçu, eyleminin (ona bağlı olan kadarının) başarısını kolaylaştıracak olan her şeyi yerine getirmelidir. Okçunun kendisine bağlı olmayan koşullar nedeniyle sonuç değişebilir, ama bundan tasalanmaktan sakınacaktır (dışsal olanın karşısında aldırmazlık), çünkü özgürleşmeliyiz, buna karşın Aristoteles’e göre mutluluk, neredeyse zorunlu olduğu kabul edilen üstünlüklere bağlıdır. (Sayfa 54)
* Yapay (organik olmayan) hazları değersizleştiren şey öncelikle bunların sınırsız oluşudur; Epikuros dinlenmedeki hazzı yeğler ve devinime bağlı olanları dışta bırakır. Dahası, bu ne doğal ne de zorunlu olmayan hazlar, besledikleri ölüm korkusunun bir sonucudur; gerçekten de güç, şan ve şeref isteriz, çünkü bunlarla önem kazandığımızı ve ölümsüzleştiğimizi sanırız. Ama bilge kişi bu zararlı yanılsamadan uzak durur; yalnızca gerçekteki mutluluğu için uğraşır; onun belirleyici karakteri sarsılmazlıktır, yani sorunların ve korkuların yokluğudur. (Sayfa 61)
* Kartezyencilik sakin gökte patlayan şimşeği andırır. Yepyeni bir felsefenin gelişini bildirir ve böylece Antik Çağ’ın sonunu getirir. Zaten Descartes geçmişin kalıntılarının ya da kısırlığıyla lekelenmiş bir skolastiğin sürdürülmesine karşı çıkmaktan yoksun bırakmaz kendini. Bu kopuşu tanıtlayan en az iki yenilik var: Geçmişin kuramcıları doğayı temel alır ve onunla özdeşleşmeye çalışırlarken, Kartezyencilik bizi doğanın ‘’efendisi ve sahibi’’ yapmayı amaçlar. Değil bizi onun buyruğu altına koymak, Descartes onun yasalarını kavramaya ve onu yeniden biçimlendirmeye uğraşır. Bir başka değişiklik: Felsefe başkalaşıma uğrayarak kesin bir bilim haline gelir. Bu ana kadar çözümlemelerle, göndermelerle, önermelerle, savlarla yönetiliyordu. Bu andan sonra tanıtlama işleyecek. (Sayfa 65)
* Spinoza gibi Leibniz de Tanrı’dan yola çıkar (Metafizik Üzerine Konuşma’nın ilk paragrafı ‘’Tanrı’nın mükemmelliği üzerine ve Tanrı’nın her şeyi en istenecek biçimde yaptığı’’ başlığını taşır); cogito’dan uzaklaşır, biraz boş bulur onu: Descartes’a göre sezgisel kanıtlar cogito aracıyla kavranır, oysa Leibniz bu tözü mantıksal çözümleme yoluyla tanımlar. Diğerlerinden farklı olan bireysel tözün varlığı ancak yaratılışla başlayabilir, ama özellikle unutmayalım ki bu töz evreni anlatır ve Tanrı’ya öykünür; ne birinden ne de diğerinden ayrılır. (Sayfa 84)
* Buna birçokları katıldı; Locke, Condillac, Diderot ve Hume’u bir blok sayacağız. Burada cogito kuramcılarının, yani salt idea’nın veya doğuştanlığın yerini, deneycilik alıyor. Gerçekten de, cogito filozoflarına göre gerçek bizim kendimizde, anlığın katmanları arasında bulunur; bunun formülünü yeterince inceledik: ‘’Bilgiden varlığa, sonuç iyidir.’’ (Sayfa 90)
* Türetme ya da dönüştürme yöntemini ilk kullananlardan biri Locke oldu. Genel olarak düşünceyi soyutlaştırmak veya onun sonuçlarını irdelemekle uğraşmak yerine, şu ‘’bir deyişle ruhumuza kazınmış ve işlenmiş olan, varoluşunun ilk anında alıp kendisiyle beraber dünyaya getirdiği ortak ve ilkesel kavramların’’ (İnsan Anlığına İlişkin Felsefi Deneme, 1690, I. Kitap, I. Bölüm) varlığını çürütmeye uğraştı. (Sayfa 91)
* Klasik dönemin metafiziği benzetmeler, saf soyutlamalar, manevralar üzerinde işler; Condillac, Leibniz’in formülünü, daha doğrusu bunun taşıdığı sınırlamayı eleştirmekten geri kalmaz. Condillac’ta tin, izlenimlerin gelip kaydedildikleri boş bir levhaya benzer. (Sayfa 94)
* Hume, klasik çağ metafiziğinin kuruluşunu bundan daha az olmamacasına tam alnından vuran daha da keskin bir çözümleme geliştirdi. Gerçekte, yalnızca dışımızdaki dünyadan gelen izlenimleri almakla değil, aynı zamanda da bunları birbirine bağlamakla uğraşırız. Bu durumda nedensellik kavramı, verinin ilerisine geçerek şimdiyi ‘’önce’’ye bağlamamıza olanak verir. Ama bu benzersiz sınıflandırıcı ve birleştirici bağın kökeni ve yapısı nedir? Hume bunun nasıl türettiğimizi gösteriyor, ‘’çünkü bütün düşüncelerimiz izlenimlerimizin kopyalarından başka bir şey değildir’’ (Denemeler, a.y.). (Sayfa 95)
* ‘’…sezgisiz düşünceler boş, düşünceden yoksun sezgiler ise kördür.” Kant Prolegomena’da şöyle yazar: ‘’Şeylerin yalnızca saf anlıkla ya da saf-usla varılan bilgisi yanılsamadan başka bir şey değildir; gerçeği yalnızca deneyde buluruz.” Altını çizelim: Düşünce kendisine verileni almazlık edemez ama bu verinin özümsenmesi düşüncenin öncel girişimiyle olur. Kant buraya dek varmadan, uzayın ve zamanın da algısal kavrayışı koşullandırdığını tanıtlar.
Kısacası, önsel bireşimsel yargıyı açıklamak için bu iki karşıt uğrağı birleştirmek gerekir: Dünyanın kendisi ve ben. Kant bizim dışımızdaki şeylerin var olduğundan kuşku duymaz, yalnızca bunların ancak bilme gücümüzün onlara uyguladığı ‘’formlar’’ aracıyla bilindiğini savunur.
Kant böyle bir çözüm tasarlamış olmayı pahalı ödeyecektir: Bilgiden vazgeçmek zorunda kalacak ve onun yerine inancı koyacaktır; ne uzayın ve zamanın ne de anlığın tutsaklığından kaçabilir, bunlar olmadan deney olanaklı olamaz. Kendinde şey, yani şeyin kendisi, onun için ulaşılmaz kalacaktır. (Sayfa 98)
* Kantçı söz dağarcığını kullanmadan açıklayacak olursak: Deneyciliğin yanılgısı, gerçeği parçalayıp ondan birtakım belirleyicilerini ayırıp yalıtmasıdır ama biçimciliğin yanılgısı da kendini her türlü belirlenimin üstüne koymasıdır (gerçeği kendisinde bulur). Düşünülür olanla duyulur olan arasındaki, us ile deney arasındaki bağ her ikisinde de gözden kaçmıştır. (Sayfa 102)
* Kantçılık, sistemleşmiş tarihin ona bıraktığı şu güç problemi çözmeye çalıştı: İki ekol arasındaki çatışma; bir yanda ussallık (Descartes ve ünlü ardılları), diğer yanda Locke’un ve yandaşlarının deneyciliği. Saf Aklın Eleştirisi’nin karşısında bu dehşetli çelişki vardı.
Kant başaramadı, ortaya koyduğu parlak çözümü pahalıya ödeyecekti. Bilgiden vazgeçip (varlık bilgisinden de) onun yerine inancı koymak zorunda kaldı. Ulaşılamaz numen’i kabullenmek zorunda kaldı. Bununla bağlılaşık olarak, salt biçimsel bir ahlakın içine kapanmıştı. Özneyi (Ben ya da cogito) ne denli transandantal yaparsa yapsın buna tutsak kalıyordu. (Sayfa 105)
* Tinin Fenomolojisi ile birlikte, klasik felsefeyi belirleyen cogito (öznellik) alanından (en sonunda çıkıyoruz. Şimdi bize aklın bir tarihi, bilincin evrimi, destanı öneriliyor. Zaten akıl asla dinlenmede değildir; bilgide en bireşime varıncaya dek hep ilerleyen bir devinimin içindedir. Bu etkinlik önceki metafiziklerin ana direklerini yerlerinden oynatır, hatta yılar. Tinin Fenomolojisi’nin bir tür kesinliklerle (çelişkiler) belirlenen ve karşıtların buluşturulmasını gerektiren ileriye atlama uğraklarından yoksun olmadığı açıktır. (Sayfa 108)
* Marx salt tinin tutsaklığından kurtulup toplumsal ilişkileri göz önüne alır, çünkü insanın bilinci varlığını (bireylerin varlığını) belirlemez, insanın toplumsal varlığı bilinci belirler. Özetle, Hegel iki karşıt devinimin diyalektik bireşimini gerçekten yapmayı başaramamıştır, Marx ise gerçek bir Hegelci olarak bunu amaçlar. (Sayfa 116)
* Marx’ın sağlamlaştırdığı ve yeniden ortaya koyduğu Hegel zirvesinden sonra yeni bir devre giriyoruz. Çağdaş felsefe büyük çaplı yapılarından vazgeçmek zorunda. Bütün dizgelerin dizgesiyle, dizgelerin sonuna gelindi. Felsefe artık daha sınırlı olarak şu ya da bu alanda yoğunlaşıyor. Genel kural olarak, bu dönem felsefelerinin o alan içinde yaptığı, fazla daraltıcı kavramları ve özellikle yayılmakta olan ‘’bilimciliği’’ yıkmaya çalışmaktır. Bilgiyi bu kaymadan geri çeviriyorlar. Ayrıca -ve bunun sonucunda- bu felsefeler geleceği kurmaya yönelik ahlaksal bakış açıları da ediniyorlar. (Sayfa 121)
* Böyle Buyurdu Zerdüşt eleştiriyi genişletiyor: Devleti ve Devlet düzenini yücelten toplumsal ahlakı yeriyor. ‘’Soğuk canavarların en soğuğu küstahça yalan söylüyor ve işte ağzından dökülen yalan: Ben, Devlet, ben halkım.’’ Zerdüşt’e göre, Devlet köleleştirir ve yararsızları zenginleştirmekten başka işe yaramaz. (Sayfa 123)
* Nietzsche bu aynı amansız bakış açısıyla, yozlaşmış Hıristiyanlığa karşı da savaşır. Ahlak tanrısal bir kökenden (‘’Göğün sesleri’’) gelmez. Zaten yardım etmemiz ve sevmemiz gereken (sadaka, kardeşlik) yakınımızdaki değildir ama her birimizin içinde beliren üstinsandır. Kötülüğü iyilikle (öteki yanağımızı da uzatarak!) yanıtlamamalıyız. Çünkü sonuçta bize hizmeti geçen düşmanı küçük düşürmüş oluruz. (Sayfa 124)
* Heidegger için önemli olan, var olanı, verili olanı ne pahasına olursa olsun elemektir, bu yüzden de karşısına, onun kaynağı olan ve onu kuşatan varlık konur. Var olanı Varlık verir, hatta Heidegger bu verişi ‘’açılış’’ olarak adlandırır. Ne var ki bu yatak, bu temel (Varlık), bir biçim alamaz ya da yer tutamaz, yoksa karşıtı olduğu (ve kendisinin koyduğu) var olanın içine düşeriz. Zaten Varlık’ın tanımını yapmak olanaksızdır, çünkü tanım, daha geniş bir cinste kapsanmayı gerektirir. Oysa ondan daha geniş bir cins tanımıyoruz, dolayısıyla onu bir tanımlanamaz olarak kabul ediyoruz; bu şaşırtıcı değil çünkü o bir var olan değil. (Sayfa 140)
Edebifikir